Telefon
WhatsApp
MİHNETE ALIŞMIŞ İNSAN BİR GÜN 'YETER' DER, İPİNİ KOPARIR

*-  DENİZE DOĞRU

Okumayı sevdiği kadar yazmayı da çok seven Nadide Apaydın Akbulut, önceki yazıma yaptığı yorumda, ‘Son zamanlarda okuduğum en güzel yazı’ diyerek beni kutlamış.

Sanıyorum ‘Şiir’ ve Anadolu âşıklarıyla ilgili bir hukuki durumu ele almam kendisini etkilemiş.

Ben de Nadide Hanımın gazıyla, bugün bir şairimizden söz edeceğim: Orhan Veli Kanık’tan…

İlgililer bilir 1914’de İstanbul’da doğdu ve genç yaşta 1950 yılında yine aynı kentte öldü.

Şairliğinin yanısıra, düzyazıları, öyküleri, eleştirileri de bulunuyor.

Alışılmışlığın, kalıplaşmışlığın şiirin dışına çıkışıyla büyük etki yaratmıştı.

Sağlığında yayınladığı şiir kitaplarına, ‘Garip’, ‘Vazgeçemediğim’, ‘Destan Gibi’, ‘Yenisi’, ‘Karşı’ isimlerini verdi.

Bugün yine Orhan Veli Kanık’ın ‘Denize Doğru’ isimle öyküsünü dikkatle okudum.

Bazı bölümlerini paylaşmak istiyorum:

 

*- BEŞ LİRAYA DA, BOŞ VER!...

İzmirliler gibi ‘deniz aşığı’ olan yazarımız, tahsilli olmasına rağmen bir türlü kendine uygun bir iş bulamaz.

İki sene bir ‘kara şehrinde’ kaldıktan sonra, ‘Deniz kıyısında’ olduğunu belirttiği yerde bir iş bulur.

Görevi inşaattaki, şimdiki deyişle, ‘hakedişleri’ belirleyecek, kaydedecek. Yani ‘katiplik’ yapacak.

Böylece bir taşla iki kuş vuracak:

Hem beş kuruş yani para alacak, hem de hasret kaldığı denize kavuşacak.

Zaten öykünün adı da ‘Denize Doğru!’

Ben çalışmaya başlayacağı,- çünkü patron henüz gelmediğinden işe başlamamıştır-

Yazarın işyerinden deniz, ‘dürbünle’ bakılırsa ancak zorla görünecek uzaklıktadır.

Ama ‘Boşta bekleyeceğine’, en azından özlemini yerine getirmek için çeşitli sıkıntılardan sonra ulaşır ve öykü şöyle biter:

‘Beyaz kanatlı kuşlar, hep çığlık çığlığa, başımın üzerinde. İçimde sonsuz bir sevinç!

Bağırmak istiyorum; ‘Boş ver’ diye, haykırmak, istiyorum.

Beş liraya da boş ver…

 

*- FENA PARA DEĞİL

Bakın ne demiş, öyküsünde değerli şairimiz Orhan Veli Kanık, iş bulunca;

“Beş lira da fena para değil, dedim!

Dedim ya, ‘Nedir beş lira’ bu zamanda?

Şehirde olsam, nasıl geçinirim bu parayla? Ev kirası mı veririm, üst baş mı yaparım, karnımı mı doyururum, tramvaya- otobüse mi binerim, kitap mecmua falan mı alırım, tiyatroya sinemaya mı giderim,  hısım akrabam varsa onlara yardım mı ederim, evli barklıysam çoluk çocuğuma mı bakarım?

Aklı durur vallahi insanın!

Günde beş lira ecirlikten, (gündelikçilikten) başka bir şeyden değil.

Hoş ecirliği de hak etmedik ya daha…

Ya gelse de müteahhit, ‘Beş başkasını buldum, kusura bakma, sen dön geldiğin yere!’ deyiverse ne yaparım?

Hem ne diye ukalalık ediyorum?

Biz bu dünyaya ecir gelmişiz, ecir gideceğiz.

Ben de müteahhit olacak değilim ya, Ne hakkım var!

‘Ben neden beş lira kazanayım da, o beş yüz lira kazansın...’ demeye…

Ben işsizim, o zengin bir aileden…

Ama benim okumuşluğum varmış da onun yokmuş, kimin umurunda?..

O işini biliyor, ben bilmiyorum!

Madem biliyor, yaşamak da onun hakkı…

Ben ‘Köylü’ sigarası içemem, o isterse viski içer.

Ben kahveye gidemem, o bara gider!

Ben tramvaya binemem, o otomobile biner…

Hakkı değil mi?

….

Mihnete alışmış insan, zaman zaman, her şeye ‘boşvermesine’ de biliyor.

Bir aralık, dedim ki kendi kendime;

‘Adam sen de, çekiver kuyruğunu…Gelmezse gelmez! İster çalıştırır, ister çalıştırmaz!

Yürüyüverdim denize doğru!...”

 

*- OKUR – YAZAR DEĞİLDİ!

Şimdi de size, rahmetli Abdi İpekçi’nin bir söyleşisini anımsatayım:

ABDİ İPEKÇİ — Yaşar, bugüne kadar edebiyatta ne yapmak istedin, bundan sonra ne yapmak istiyorsun?

YAŞAR KEMAL — Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir söylerdim.

Sonra folklor çalışmaları yaptım.

Röportajlar yazdım. Hikayeler, romanlar yazdım.

Çalışma tarzım gösteriyor ki, halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım.

Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak mümkün değil.

Yirmi yedi yaşıma kadar halk içinde, halkla birlikte çalıştım.

Yani bir kol emekçisiydim.

1951’de İstanbul’a geldiğimde, elimde bir kitaplık hikaye vardı.

Örneğin, benim dünyaya çıkmış ilk eserim İnce Memed değildir, “Bebek” hikayesidir.

Önce Fransızcaya çevrildi, sonra İngilizceye, İtalyancaya, Rusçaya, Romenceye, birçok dillere.

Son yirmi yılın dünyada çıkmış birçok hikaye antolojisinde “Bebek” hikayesini de buluruz.

17-18 yaşlarımda bende sol düşünce belirmeye başlamıştı. Sanatım onunla tay gitti, yani paralel.

 

*- İNANDIKLARI

Ben iki şeye inanırım.

İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine; halk ve doğa.

Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım.

Politikam da sanatımdan ayrılmaz.

Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi… Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım.

Benim sanatım, içinden çıktığım sınıfın yani proletaryanın çıkarlarının emrindedir.

Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.

(Abdi İpekçi’nin 1971 yılında Yaşar Kemal ile Edebiyat ve Politika üzerine yaptığı röportajından alınmıştır.)

 

*- TOPLUMSAL FELAKET

Uzun zamandır Çanakkale’ye gitmedik.

Taner Arçukoğlu, Çanakkale’nin Sesi Gazetesi’nin köşe yazarı.

Taner Usta, son yazısında, ‘Akran Zorbalığından Kadına Şiddete: Toplumsal Şiddet Zinciri!..

“Koruyamadığınız her kadın, müdahale etmediğiniz her çocuk ve göz yumduğunuz her hayvana şiddet vakası, geleceğin toplumsal felaketidir.” Diyerek konuyu irdelemiş:

Sözü şimdi de Taner Arçukoğlu’na veriyorum:

“Bu toplumda şiddet yalnızca bir elin yumruğu, bir sözün yarası değil; yaygınlaşan bir kültür, bulaşıcı bir hastalık hâline geldi.

Evde eşine bağıran, sokakta hayvana tekme atan, okulda arkadaşını aşağılayan çocuk…

Hepsi aynı karanlığın parçaları.

 

*- ERKEKLER İÇİN

Ama biz yıllardır ne yapıyoruz?

Kadını sığınma evine, çocuğu yurda, öğrenciyi başka sınıfa koyuyoruz.

Fail ise yerli yerinde. Hatta zamanla meşrulaştırılmış hâlde…

Oysa gerçeği artık haykırmak gerek:

Faili değiştirmeden hiçbir şeyi değiştiremeyiz.

Somut ve Sistemli Çözüm Önerileri

1. Şiddet Uygulayan Erkekler İçin Devlet Destekli Rehabilitasyon Merkezleri

Ailesine sistematik şiddet uygulayan, ekonomik baskı yapan, alkol ya da madde bağımlısı olan erkekler, mahkeme ve sosyal hizmet kararlarıyla kapalı rehabilitasyon merkezlerine alınmalıdır.

Bu merkezler cezaevi değil, bilim temelli dönüşüm alanları olmalıdır: öfke kontrolü, psikoterapi, bağımlılık tedavisi, empati ve sorumluluk eğitimi gibi çalışmalar yapılmalıdır.

Tedavi süresi sabit değil, bireyin gerçekten değiştiğine bilim kurulu (psikolog, sosyolog, psikiyatrist) kanaat getirene kadar devam etmelidir.

 

*- AİLEYLE BİRLİKTE

2. Uyuşturucu Kullananlar ve Ticareti Yapanlar da Bu Sürece Dahil Edilmeli

Madde bağımlılığı, yalnızca bireysel bir sorun değil, toplumsal şiddetin en tehlikeli tetikleyicilerindendir.

Bağımlı bireyler ve uyuşturucu ticareti ile ilişkilendirilen şiddet failleri de rehabilitasyon sürecine dahil edilmeli, bu kişiler sadece ceza ile değil, zorunlu dönüşüm süreciyle kontrol altına alınmalıdır.

 3. Akran Zorbalığı Yapan Öğrenciler İçin Ayrı Merkezler

 

Okullarda arkadaşlarına fiziksel, psikolojik ve dijital şiddet uygulayan çocuklar da pedagojik destekle yapılandırılmış rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilmelidir.

Bu çocuklar toplumdan dışlanmak yerine; empati, iletişim ve duygusal farkındalık üzerine yapılandırılmış sosyal programlara alınmalıdır.

Süreç aileyle birlikte yürütülmelidir.

 

*- HAYVANDAN İNSANA

 4. Hayvana Şiddet Uygulayan Bireyler de Takip Altına Alınmalı

Hayvana eziyet eden, zarar veren, tekmeleyen bireyler şiddetin ilk evresindedir.

Bu kişiler mutlaka psikolojik değerlendirmeye tabi tutulmalı ve gerekirse erken müdahale kapsamında rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilmelidir.

Çünkü unutmamalıyız:

“Hayvana kıyan el, bir gün insana da uzanır.”

5. Devlet, Ailenin Tüm Sosyal Sorumluluğunu Üstlenmelidir

Fail rehabilitasyondayken kadın ve çocuklar yalnız bırakılmamalıdır.

Devlet, kira, gıda, eğitim, sağlık ve danışmanlık hizmetlerini karşılamalıdır.

Bu destek belirli bir süre değil, failin dönüşümü onaylanana kadar devam etmelidir.

Bilimsel Gözlem ve Toplumsal İrade Şart

Hiç kimse sadece zamanla iyileşmez.

Şiddeti alışkanlık hâline getirmiş biri; uzman gözetimi, tedavi, sosyal destek olmadan değişemez.

Bunu belirleyecek olan da failin “değiştim” demesi değil; bilimsel kurulun “artık güvenli” demesidir.

 

*- DEVLETİN YENİ SORUMLULUĞU: FAİLİ DÖNÜŞTÜRMEK

Devlet artık sadece sığınak, sadece uzaklaştırma değil; kararlı ve dönüştürücü bir sistem kurmak zorundadır.

Kadını korumak için, çocuğu yaşatmak için, hayvanı kurtarmak için önce faili sistemden izole edip dönüştürmelidir.

Son Söz:

Kadına bağıran, çocuğu susturan, hayvana tekme atan...

Hepsi aynı karanlığın farklı gölgeleridir.

Bu gölgeleri dağıtmanın yolu mağduru değil; faili dönüştürmektir.

Çünkü görmezden geldiğiniz her hayvana şiddet,

Susarak izlediğiniz her zorba çocuk,

Koruyamadığınız her kadın…

Günün sonunda aynı trajedinin farklı perdeleridir.

 

*-

 

Aykırı Hukukçu Av. Senih Özay, ‘Bunları minik ama önemsiz sanmayın’ diye paylaşmış.

Bakalım bu kez neler demiş, nelere takılmış?,,

"Duran Adam Davası"nda hakim duruşmaya cübbesiz çıktı, avukatlar protesto etti.

Gezi Direnişi'nin 12. Yıldönümünde Taksim'de 2013'teki "Duran Adam" protestosunu tekrar ettikleri gerekçesiyle gözaltına alınan 19 öğrencinin duruşmasında adli kontrol kararları kaldırıldı.

Hakim cübbe için kendisini uyaran avukatlara "Peruk da takalım bari" diye karşılık verdi.

"Duran Adam Davası"nda hakim duruşmaya cübbesiz çıktı, avukatlar protesto etti

Yargılanan 19 öğrenci İstanbul, 5 . Asliye Ceza Mahkemesi önünde

Gezi Direnişi’nin 12. yıldönümünde 28 Mayıs 2025'te Taksim Meydanı’nda düzenlenen “Duran Adam” eylemini düzenledikleri iddia edilen 19 kişinin 8 Ekim Çarşamba günü İstanbul 5. Asliye Ceza Mahkemesinde başlayan yargılamasında sanıklarla ilgili adli kontrol uygulamasının kaldırılmasına karar verildi.

 

*- ASLİYE CEZA HÂKİMİ: "PERUK DA TAKALIM O ZAMAN..."

Öte yandan duruşmaya cübbesiz gelen hakime itiraz eden avukatlarla hakim arasında bir süre devam eden çekişmenin ardından Asliye Ceza Mahkemesi hakimi cübbesini giymek zorunda kaldı.

Ancak, duruşma sonunda avukatların “duruşma düzenini bozma” iddiasıyla uyarılmasına karar verdi.

Savunma avukatlarının duruşmaya cübbesiz başlamasına “Biz de cübbemizi çıkaralım” diyerek tepki göstermesi üzerine 5. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi “Yıl olmuş 2025, peruk da takalım o zaman” dese de sonunda cübbesini giydi.

Mahkemelerde cübbe zorunluluğu

"Duran adam" davasında tartışmaya yol açan cübbe zorunluluğu 2082 Sayılı  Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun 59. Maddesinde yer alıyor:

Madde 59 – Kılık ve kıyafet

“Hâkim ve savcıların mahkemelerde, duruşmalarda ve resmî törenlerde giyecekleri elbise ve cübbelerin biçimi, rengi ve şekli Adalet Bakanlığınca çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenir.”

1 Ekim 1983 tarihli ve 18101 sayılı "Hâkim ve Savcı Elbise Yönetmeliği"nin 3. ve 4. Maddeleri,  2802 sayılı kanunun ilgili maddesinin yürütülmesini düzenliyor.

Madde 3 – Cübbe giyme zorunluluğu

“Hâkimler ve Cumhuriyet savcıları duruşmalarda ve resmî yargı görevlerini yerine getirirken cübbe giyerler.”

Madde 4 – Cübbenin şekli ve rengi

Hâkimlerin cübbesi siyah renktedir.

Ceza hâkimleri ile Cumhuriyet savcılarının cübbesi siyah üzerine kırmızı renkte yakalık taşır.

Hukuk hâkimlerinin cübbesinde yeşil renkte yakalık bulunur.

Madde 6 – Cübbe giymemek

“Hâkim ve Cumhuriyet savcılarının duruşmalarda veya resmî görevlerinde cübbe giymemeleri, disiplin cezasını gerektirir.”

İddianame ve suçlamalar

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 19 genç hakkında İstanbul 5. Asliye Ceza Mahkemesine sunduğu iddianamede yargılananların 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na aykırı biçimde  “toplumsal olaylara ilişkin duyarlılığı istismar ederek kamu düzenini bozabilecek nitelikte eylemler gerçekleştirdikleri”ni iddia ediyordu.

Savunmalar

Sanıklar ve avukatları, eylemin “sessiz duruş” biçiminde gerçekleştiğini, slogan, pankart, çıplak toplanma gibi öğeler içermediğini, bu nedenle gündelik özgürlük sınırları içinde olduğuna yönelik bir savunma yaptı.

Avukatlar Savcılığın eylemi "kamu düzenini bozma potansiyeli taşıyan etkili bir gösteri” olarak değerlendirmesinin aşırı ve usulsüz yorum olduğunu, suçlama kriterlerinin kabul edilmez ölçüde geniş yorumlandığını söylediler.

Sanık öğrencilerden 20 yaşındaki Abdurrahman Mete, “Eylemden haberim yoktu.” dedi. 19 yaşındaki Ahmet Bulut ise, “planlı bir protesto [olmadığını]" söyledi. "Üzerinden ay yıldız bulunan bir bayrak  çıkmasının" ne gibi bir tehdit unsuru taşıdığını anlamadığını belirtti. 

21 yaşındaki Batuhan Başar Kırtekin, “Arkadaşımla buluşmaya Taksim’e gittim" dedi. Arkadaşını ararken bir anda çevirilip ters kelepçe yapıldığını söyledi. "Herhangi bir eyleme katılmadım.” dedi.

21 yaşındaki Emine Çevik de annesinin işyerinin olduğu Taksim'e annesini görmeye gittiğini ve "ters kelepçeyle gözaltına alındı[ğını] anlattı.

Avukatlar da gençlerin "durdukları için değil, durdukları yer yüzünden" gözaltına alındıklarını ileri sürdüler "Taksim’de değil de Maçka’da olsaydı polis geçip giderdi” dediler.

 

*- "DURAN ADAM EYLEMİ" NEYDİ?

"Duran Adam" Erdem Gündüz, 17 Haziran 2013'te Taksim Meydanı'nda

17 Haziran 2013 akşamı tiyatro ve performans sanatçısı ve dansçı Erdem Gündüz, Gezi Parkı’nın polis tarafından boşaltılmasının hemen ardından Taksim Meydanı’na giderek Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde hareketsiz biçimde durdu.

Yanında ne bir pankart, ne bir megafon, ne de slogan vardı — sadece sessizce, elleri cebinde duruyordu.

Başta polis ve çevredeki insanlar ne olduğunu anlamadı; polis birkaç kez kimlik kontrolu yapmak istedi ama Gündüz hiç tepki vermedi.

Saatler ilerledikçe çevredeki insanlar onun yanına gelip aynı şekilde durmaya başladılar.

Yaklaşık sekiz saat boyunca hareketsiz kalan Gündüz’ün etrafı gece yarısına doğru polis tarafından sarıldı.

Polis, etraftaki kalabalığı “yasadışı toplanma” gerekçesiyle dağıttı ve bazı kişileri gözaltına aldı.

Erdem Gündüz ise gözaltına alınmadı; meydandan kendi iradesiyle, sessizce ayrıldı.

Olayın görüntüleri ve fotoğrafları sosyal medyada yayılınca, “Duran Adam” etiketiyle binlerce kişi Türkiye’nin farklı kentlerinde aynı eylemi tekrarladı.

Gündüz daha sonra yaptığı açıklamada, “Kimseye saldırmadan, kimseyi engellemeden sadece orada durdum; bu da bir ifade biçimi.” dedi.

Eyleminden sonra hakkında herhangi bir dava açılmadı, ancak iktidar yanlısı medyada hedef gösterildi; buna karşın uluslararası platformlarda barışçıl direnişin sembolü olarak onurlandırıldı (örneğin, Time dergisi onu 2013’ün “insan hakları savunucularından biri” olarak andı).

 

*- HER ZAMANKİ YER

Şimdi de ‘duygusal’ bir yazı:

Delikanlı, Askeri Deniz Lisesini kazanır ve Heybeliadada okula başlar... Bu arada tanıştığı o Çanakkaleli kıza aşık olmuştur.

Okulla beraber aşkını büyüterek geliştirir. Arada mektuplaşmalar yazışmalar ve gün gelir okul biter. Deniz Harp Okulunu da bitiren delikanlı artık Teğmen olmuştur.

Yine her zaman buluştukları kır kahvesinde buluşmak için randevulaşırlar.

Önce delikanlı gelir sonra da genç kız. Genç kız geldiğinde delikanlının yüzü düşmüş ,suratı asık onu beklemektedir. Genç kız bu suratı hiç beğenmemiştir. Ayrılık vakti geldi diye düşünerek hazırlamıştır kendini. Önceki buluşmalarda ki o heyecan o sevinç artık yoktur delikanlıda...

Usulca yanına yaklaşır ve "Hoş geldin" der. Kuru bir "sen de hoş geldin" diye aldığı cevap iyice hüzne boğmuştur genç kızı. Artık bu aşkın sonuna geldiğini düşünerek sorar;

- Senin bir sıkıntın mı var?

- Evet!

- Hadi söyle o zaman, her şeye hazırlıklıyım.

- Yaa beni bir denizaltıya verdiler, der genç kızgınca...

Genç kız artık rahatlamıştır. Sorunun kendisi değil denizaltı olduğunu duyunca içinden bir ohh çeker.

- Ne var bunda? diye sorar genç kız.

- Yaa öyle deme, biz denizciler gemideyken sevdiklerimizle haberleşemiyoruz, denizaltıdan nasıl haberleşeceğiz? Ve delikanlı üzgün bir sesle sorar genç kıza;

- İstersen ayrılalım!

- Hayır asla. Ben seni bırakmam, diye cevaplar genç kız.

Delikanlı beklediği bu cevabı alır almaz heyecanlanır ve elinde tuttuğu paketi kıza uzatır.

- Sana armağan getirdim al.

Kızın kalbi hızla atmaya başlar. Neredeyse duracak gibi olur ve içinde yüzük olduğunu tahmin ettiği paketi heyecanla açar ama şaşkınlıktan duraklar. Paketin içinde bir fener ve mors kitabı bulunmaktadır. Kız şaşkınlıkla yine sorar ;

- Bunlar da ne?

- Yaa biz Çanakkale boğazından denizaltı ile çok geçeceğiz ve geçişlerimiz hep yüzeyden olur. Sen de fenerle mors alfabesini kullanarak sana haber verdiğim zamanlarda yazışırız. Olmaz mı?

- Bunlarla mı yazışacağız? diye sorar genç kız yeniden.

- İstemiyorsan ayrılalım, der delikanlı.

- Yok hayır, der gençkız, Ayrılık yok,yaşasın mors, diye yineler delikanlıya.

 

*-  ÖĞRENİR

Genç kız mors alfabesi üzerinde çalışmaya başlar. Tüm detayıyla öğrenir ve kullanabilir hale gelir artık.

Bir kaç gün sonra haber gelir delikanlıdan. Gelen mesaja göre 5 gün sonra gece saat 01:00 de geçeceğini ve kendisine mesaj yazmasını kendisinin de ona mesaj yazacağını iletir. Gençkız söylenen zaman ve saatte pencerede hazır bekler. Geliboluda denizaltı denizden süzülerek geçerken,çevrenin zifiri karanlığında, uzaklardan bir yerden yanan ışık pırıltılarını fark eder güvertedeki komutan ve diğer subaylar...İçlerinden birisi ;

- Bakın bakın ilerden bir yerden ışık yanıp sönüyor, diye dikkat çeker.

- Çabuk okuyun bakalım ne diyorlarmış diye emir verir komutan. Subaylardan biri heceleyerek okur ;

- Se- ni -se- vi -yo -rum....

- ''Bu ne lan'' der komutan.

Hemen yanında duran delikanlı Teğmen ;

- Efendim, o benim sevgilim, der en şirin haliyle.

- ''Ne iş oğlum bu?''

- Efendim mors alfabesi hediye etmiştim ve ben geçince bana yazarsın demiştim işte o, diye cevaplar delikanlı Teğmen.

- ''Vayy be aferin lan! Desene biz bunca zaman boğazları hep boş geçmişiz.''

- İzin verir misiniz komutanım ben de bir mesaj yazayım ?

- Neyle?

- Cep fenerim var komutanım, der delikanlı teğmen.

-'' Lan ne feneri,aç projektörü geç başına ver mesajını'' der komutanı Teğmenine...

Projektörü açan teğmen yanıp söndürürken, sanki Gelibolu'yu yakıp tutuşturuyordu aşkından.... İlk kez böyle bir şeyle karşılaşan Gelibolu halkı ise, sanki uzaylılar istila etmiş gibi heyecan yapmışlardı teğmen ile genç kızın aşkından.

 

*- SONSUZA KADAR

Gelen mesajları heceleyerek kağıda dökmeye çalışan gençkız denizaltı geçtikten sonra elindeki kağıdı okudu. "Sonsuza kadar" yazılıydı delikanlıdan gelen mesajda.

Bu olay tüm denizaltıcılar arasında duyulmuştu. Artık herkes delikanlı Teğmen ile gençkızın aşkını anlatıyordu...

Birkaç gün sonra bir haber daha gelir.

"Bir hafta sonra gece saat 02:45 de pencerede ol, ben geçiyorum bana mesaj yaz. Ama dikkat et, konvoy halinde geliyoruz ve ilk denizaltıda ben varım sakın sırayı şaşırma. "

Genç kız yine söylenen saatte pencerede bekliyordu...

Gecenin karanlığında Ege denizinden Çanakkale boğazına giren denizaltılar süzülerek ilerliyorlardı.

Genç kız fenerini yakıp söndürerek mesajını vermeye başladı. Mesajı gören denizaltındaki denizciler;

- Bakın bakın ışık yanıp sönüyor okuyun ; "se- ni- se- vi -yo- rum"

- ''Vay be, duyduğumuz doğruymuş,gerçekten böyle bir aşk varmış'' der denizaltının kaptanı Bahri Kunt.

- ''İyi de bu kızın sevgilisinin denizaltısı öndeydi,ilk denizaltıydı,niye bize mesaj yazdı ki? ''diye kendi kendine seslice sormadan edemez kaptan.

- Efendim herhalde uyuyakaldı ya da sırayı şaşırmıştır, diye cevaplar subaylardan biri.

- ''Yahu geçip gideceğiz, şimdi kız haber almazsa yanlış anlayacak rahat uyuyamaz... Nasılsa gecenin karanlığı,kimse anlamaz açın şu projektörü'' emrini verir kaptan Bahri Kunt.

Ve mesajı gönderir...

"SONSUZA KADAR....."

Tarih 4 Nisan 1953 dür...

O konvoyun 1. denizaltısının ismi ise ''Dumlupınar'' dı.....

Çanakkalenin Nara burnu açıklarında, İsveç Bandıralı ve buzkıran donanımlı Naboland gemisinin çarpması sonucu Çanakkale Boğazının derin sularına az önce gömülmüştü...

Konvoydaki 2. denizaltı ise,bunu hiç fark etmeden devam etmişti ve boğazdan ilk geçen gemi olmuştu....

81 Denizcimiz ile beraber o genç delikanlı teğmen.....

''Sonsuza kadar'' sürecek olan son uykularına dalıyorlardı.

Anılarına saygıyla...Mekanları cennet olsun...

 

*-

Hüseyin Keklik’ten öğrendim:

Dünyanın en zehirli yılanı bir fili bile öldürebilir, ancak hayatta kalan bir hayvan vardır: at!

Bir yılan ne kadar ölümcül olursa olsun, hatta korkunç kral kobra bile, bir at ısırığından ölmez.

Isırıldıktan sonra at yaklaşık üç gün hafif bir şekilde hastalanabilir, ancak daha sonra hiçbir şey olmamış gibi tamamen iyileşebilir.

Bu, doğanın en inanılmaz harikalarından biridir ve bu canlının içinde insan hayatını kurtarabilecek bir sır gizlidir: panzehir.

 

*- ATLAR SAYESİNDE

Peki bu panzehir nasıl üretilir?

İlk olarak, yılanlardan zehir toplanır.

Daha sonra az miktarda ata enjekte edilir.

Atın bağışıklık sistemi tepki verir ve zehri etkisiz hale getirmek için antikor üretir.

2-3 gün sonra bu antikorlar atın kanında bulunur.

Daha sonra attan kan alınır ve kırmızı kan hücreleri (RBC) temizlenir.

 Plazma (beyaz kısım) işlenerek panzehir üretilir.

Bu panzehir daha sonra zehirli yılanlar tarafından ısırılan insanlara hayatlarını kurtarmak için enjekte edilir.

Sadece Hindistan'da, yüzlerce atın bu hayat kurtarıcı serumu üretmek için bakıldığı çok sayıda panzehir üretim tesisi bulunmaktadır.

Düşünün, bu nazik yaratık sayesinde dünyadaki en ölümcül zehirlerden bazılarından korunuyoruz.

Belkide Atlar olmasaydı, tek bir yılan ısırığında bile birçok hayat kaybedilirdi.

*-

Anasayfa Reklam Alanı 1 728x90

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

Anket

Sidebar Alt Kısım İkili Reklam Alanından İlki 150x150
Sidebar Alt Kısım İkili Reklam Alanından İlki 150x150

E-Bülten Aboneliği