Işığı, Doğduğu Yerden Yükselemeyenler
Güneş doğudan doğar, daaa… Pırıltısı batıya kaçmış ise, buna ne demeli? Üstelik aydınlanma olarak bilinen uygarlık, bilim, farkındalık adına ne varsa hepsinin temel atıcısı doğu iken bir de! Harç karıcısı, taşları kırıp, yol döşeyen olmak doğuya yetmemişse bunun sebebi ne? Belli ki doğuyu doğduğuna pişman etmek, fıkradaki “ben yordum, sen tuttun” dedirten zeytin hikâyesince olmalı. Hani, restoranda yemek yiyen biri, salatanın zeytinini bir türlü çatalına geçiremez. Uğraşır, uğraşır ama olmaz. Çaresiz garsonu çağırır. Garsonun bir hamlede çatalı zeytine geçirip, kendisine uzatması karşısında adam bozuntuya vermez, “ben yordum zeytini, sen de tuttun” der.
Ne kadar bilimin geçmişinde, kökünde biz olsak da, mikroba kadar ilk anan, matematikte, tıpta yakın zamana dek okunan kitapların yazarları bizden olsa da… Dalları biz veremedi isek kökü bilen olur mu? Zira köklenmek, kök salabilmek, dallanmaya bağlıdır. Bunu biz yapamaz isek, yapacak çıkar. Dallarımızı kendilerine çelik yani fidan yapacaklar çıkar. Bizdeki kökü kurutup, o çeliklerden kendileri kök salar. Güneş, doğunun üzerine, bizlere doğmuşmuş ne fayda o zaman?
Mikroba kadar ilk bizden duyulmuş olsa da rolümüzü sürdüremedi isek ya? Batı, Orta Çağ denilen hem de nasıl bir koyu karanlığın içinde debelenmekte iken ne olmuş da roller tersine dönüvermiş, bilim ile anılır olmuş? Ne olmuş ise kırılma noktamız olmuş onlar demek ki. Kırılma noktalarından biri de burada doğup da uzakları aydınlatan ışık misali beyin göçleri.
Doğuşlara ev sahipliği yapılmasından çok doğanlara sahip çıkabilmenin ne denli önemli olduğunu beyin göçü ile öğrenmiş olduk. Bilimden sanata birer değer oldukları daha baştan belli olanların araştırmacı ruhlarını besleyecek laboratuvarlar, ortamlar sunmadıkça bu değerlerimize sahip çıkmak mümkün mü? Eğer elverişli koşulları biz sunamaz isek o zaman beyinlerimiz, değerleriniz, sanatçılarımız başkalarına mal olacak besbelli. Yoksa “Dünya üzerinde şu an buluş sahibi kaç bilim insanı var; onlar aslen nereden” diye mi sorsak? Dünya’nın tanıdığı Türk bilim insanlarının kimi, bugün, bizden neden çok uzaktalar? “Bilim insanı ne ister” diye mi baksak önce ya da? Araştırma yapabileceği ortam, laboratuvar ister elbet aklı bilimde olanlar. Verdik mi? Yanıt için ömrünü bilime adamış tanıdığımız tanımadığımız bilim insanlarına bakalım bir. Kimi en yakın akrabamız olabilir, kimi vaktinde birkaç apartman aralıklı olarak aynı caddede oturduğumuz liselimiz Neva Çiftçioğlu Banes’dır diyelim ki.
Daha çocukluğundan güzel insan Sevgili Neva’yı ortaokul yıllarımda, misafirliğe geldiği Ünye’de tanımıştım ilk. Biz, Ünye’den döndükten sonra yolumuzun aynı caddede, aynı lisede yeniden kesiştiği Neva Çiftçioğlu Banes, bugün, Dünya’nın en seçkin, saygın bilim insanlarından.
Neva, öğrenimine liseden sonra Hacettepe Üniversitesi’nde devam etti. Çok bilinmez ama adına kadar da gösterdiği, ailesinden gelen Türk Sanat Müziği sevgisini Hacettepe Korosu’nda sürdürmüştü bir ara. Çalışkandı. Hem de öyle böyle değil. Tezleri burada anlaşılamayıp bir de çok farklı yaklaşılınca bilim için ülkesinden uzaklara uçanlar kervanına katılmaktan başka bir seçenek kalmadı hem hakkıyla insan hem de hakkıyla bilim insanımız Neva’ya. Sonrasında Finlandiya’da idi. Yeni bir yolda idi artık. Çok çalıştığını haber aldık hep. Geleneksel yıllık lise mezunları gecelerinde Neva’nın kulaklarını çınlatırdık. Neva Çiftçioğlu Banes, Finlandiya’da doçentlik alan ilk Türk bilim insanı olduktan sonra çalışmalarına Amerika’da, NASA’da devam etti.
Bilimden sanata yetkin, güzel insanları buralardan uzaklaştırır isek kalanlar kimler o zaman? O kalanlardan kimileri toplumu ne hale getiriyor? Görmek zor değil aslında. Trafikteki halimize, hem de en iyi mahallelerde oturup da üst kattan masa örtüsünden yatak örtüsüne çırpanlara, her gün, bir apartman dairesinde neredeyse on beş, yirmi kişiyi bulabilen kabilesel yaşam tarzında debelenenlerin banka reklamları gibi 7/24 katlanılamaz gürültü yapmasına bakmalı sanırım. İnceliklere sahip o incecik katman erozyonun yok etmesince elden gidince geriye kalanın kimisi ne olacaktı ki? Kaba taş, kaya tabii. Etrafa bakınca görülen en belirgin tablo, niteliksizliğin kendini nitelikli diye pazarlamadaki başarısı sonucu öne çıkışı kadar niteliklilerin hasıraltı oluşu! Tıpkı başyapıt tablonun üzerine çalakalem resim yapan birinin eserince. Niteliğin asla hasıraltı edilmemesi gerektiğini bilenler, onları el üstünde tutacakları kendi ortamlarına çekip alıp, buradan uzaklaştırma zeminini buluyor o zaman haliyle. Böylece bize edecek iki atasözümüz mü kalıyor yalnızca; “koyunun olmadığı yerde keçi, Abdurrahman Çelebi” ve “kedinin olmadığı yerde fareler cirit atar”? Belli ki toplumun kapı gibi gıcırdamasını önleyecek yağ olan incelikler yani nitelikler eleğin gözlerinden süzülüp gidince elde, elekte kalanın çoğu kabasından taşlar.
Ya Aziz Sancar? Biyokimyager bilim insanımız… Nobel ödüllü ki Nobel ödülüne pek kulak asmam; isterse bizden birilerine verilmiş olsun. Çünkü ödüllerin çok şaştığını, bazen amacı dışına kaydığını artık herkes açık açık söyler oldu. Üstelik büyük ölçekten küçük ölçeğe nerede olursa olsun bazen bir yarışın sonucunun, o yarışın jürisi değil de başka bir jüri tarafından değerlendirilmesi halinde ortaya bambaşka birincinin, derecelerin çıkacağını da biliyoruz artık. Hatta tümden eminiz. Zira aynı yapıtı, başka bir jüri değerlendirdiğinde sonuç apayrı olacak iken onu değerlendiren jüri nedense çöpe atılacak eser olarak görebiliyor, Neva’nın yaşadığı, Ülkemizden ayrılmasına neden olan olay gibi. Pavarotti’ye kadar yanlış yaklaşmamış mıydık zamanında?
Savaş yorgunu olduğumuz, eldeki avuçtakilerin kalan borçlara harcandığı dönemde, 1946 yılında doğan değerli bilim insanımız Aziz Sancar, zor olanı başarıp, bilim yoluna girmiş. Çoğumuz da adını Nobel Kimya Ödülü’nü alışı ile duyduk ilk. Nobel olmasa idi ortada, böylesi değerli bir bilim insanımız olduğundan haberimiz olur muydu acaba?
Bir yaklaşıma göre kendi yaptığı kanatlar ile Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçuşu, Evliya Çelebi’nin anlattığı bir masal olarak görülse de çoğumuz Osmanlı döneminde, İstanbul’da yaşamış Hezârfen Ahmed Çelebi’nin 1630 yılında, Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçtuğunu peşinen kabul ederiz. Malum, hiçbir başarı cezasız kalmazmış. Hele de o çağ için akıl ermez bu başarının ardından kimilerince tekinsiz bulunup, Cezayir’e sürgüne göndertilmiş hekim, astronom, kimyager Hezârfen Ahmed Çelebi, geri kalan ömrünü Cezayir’de tüketmiş. Ya bu topraklarda geçirse idi neler yapardı daha?
Rasathaneler açmış, tamamlamış gök bilimcilerimiz, gözlemcilerimiz var. Daaa… Rasathaneler yerinde kalamamış, yıkılmışlar. Yine Hezârfen Ahmed Çelebi gibi tekinsiz bulunmuş olmalı gök bilimcilerimiz anlaşılan. Semerkant’ta, 1449 yılında yaptırdığı rasathaneye etraftaki tüm matematikçi, mühendis, usta ve bilginleri çağıran, kendisi de matematikçi, astronomi bilgini Uluğ Bey ile müneccimbaşı Takiyüddin Raşid tarafından 1575 yılında kurulan rasathaneler yerle bir edilmiş diyelim ki. Bulutsuların yani nebulaların, galaksilerin, Dünya’ya yaklaşan bilinen bilinmeyen gök cisimlerinin, göktaşlarının, uçsuz bucaksız göğün fotoğraflarını ilk bizim çekmemize ramak kalmışmış meğer…
Mikroskop henüz ortada yokken mikrobun varlığını, kanser hastalığını ortaya koyanın Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemsettin olduğu söylenir. Yine hastalıkların sebebinin göz ile görülemeyecek küçüklükteki mikroplar olduğunu ilk İbni Sina söyledi de kabul edilir. Hatta mikrop kavramını tıp literatürüne sokan İbni Sina imiş. “Tıp Kanunları” adlı kitabı, yüzyıllarca Avrupa’da okutulmuş, hala da başvuru kitabı olarak kullanılmakta imiş. Ya bugün? Bugün, mikrop kaynaklı her hastalığın, her kötü hastalığın ilaçları çok uzaklardan geliyor! Ve çok uzaklara gitmiş bilim insanlarımız, buluşlarını uzaklarda gerçekleştiriyor.
Elektrikten sayısız icada onun emeği olan Tesla’nın öyküsü, okuyanı üzüntüye boğar. Tesla, sonradan Amerika’ya gitmiş bir Balkanlı, malum. Bulunmaz zekâsı, benzersiz buluşları olsa da hiçbirinin hayrını görememiş, yoksulluk içinde yaşamış biri olmasından başka buluşlarından biri olan elektriği, Edison’un sahiplendiği söylentisi de cabası. Ki bugün elektriğe ödenen faturalar ile nasıl da çelişkiye düşüyor Tesla’nın yok yoksulluğu. Hazıra konmacalar, hazıra konanlar yani emeksiz yemek peşindekiler bilime kadar her yandalar besbelli.
Öyküsü Tesla kadar üzen bir filozof var ki… M.S. 370 - 415 yıllarında yaşadığından o zamanki filozoflar da hem matematikçi, hem astronom olduklarından haliyle astronom, matematikçi, felsefeci bir kadın Hypatia. İskenderiye, Mısır doğumlu bir Yunan. Dünya’dan göçüşü fena bir biçimde. Uygarlığa sığmaz ölçüde. Matematik, felsefe bilmesi sonucu bilimin yönlendirmesinde olması Hypatia’nın başına neler getirmiş!
Demek ki ışığın yeryüzü üzerinde ilk doğudan sökün etmesi, buraların hep ışıltılı olacağı, bilimden, sanattan kültüre her zaman en önde olunacağı anlamına gelmeyebiliyormuş. Her devirde şiirsel bir akış sürüp gidecek güvencesi değilmiş gün doğumlarını ilk izleyenler olmak. Bu gerçeğin tek tesellisi de “Güneş, doğudan doğar” avuntusu olmalı.
Avuntular, övülenler, öğünülenler değildir ama. Avuntudan öğünmeye geçmek için geçmişte bilimde, sanatta, mimarideki tepe noktalarımızdan bugüne kırılmalar neydi irdelemek gerek. Sebep sonuç köprüleri kurmak gerek. Gerekirse özeleştiri yapıp, çıkarımlarda bulunmalı. Tıpkı saçı uzamış mı uzamamış mı, ağarmış mı ağarmamış mı merak edenler için söylenen “saçını kes, önüne düşsün. Ağarmış mı, uzamış mı görürsün” atasözümüzdeki gibi kolayından sonuca varış yolu, özeleştiri verilerinde çünkü.
Ancak sonuçlar, öylece ortada kalakalırlarsa yalnızca birer verilerdir, o kadar. Asıl önemli olan, veriler elde edildikten sonra neler yapıldığıdır, malum. Tıpkı kan değerlerinde çıkan sonuçların tedaviyi belirlemesi gibi.
0 Yorum