HÜCRE
Çoğumuz kendi hücresinde hapis aslında. Hücrelerden de oluşmuyor muyuz zaten? Onları yapıtaşları diye öğrenmiştik hani, insanın en küçük parçası olarak. Gözle görülemeyecek kadarcıklar ancak bir insanın görüntüsünden aklına, hallerine içinde saklayan mikroskobik koca bir gizli kasa onlar. Kodlarımızın kara kutuları.
Kim “hücre” sözcüğünü duysa ilkten aklına insanın yapıtaşından çok diyelim ki Alkatraz
Kuşçusu -Birdman of Alcatraz-, Kelebek gibi romanlardan okuyup, kimi filmlerden,
belgesellerden izlediği, en ağır suçluların ömür boyu tıkıldığı zindanlara sahip mahpuslar
gelir. Çok eskilerde kalmış kürek mahkûmları ya da. Kendi hayatını anlattığı Kelebek
romanının yazarı, işlemediği bir suçtan dolayı Fransız Guyanası’nda ömür boyu kürek cezası
almıştı. Suçsuzluğunun anlaşılması için neler çekmek zorunda kalmıştı. Bir an gelmiş, hayatı
ona zindan olmuştu. Koskoca gezegen Dünya, daracık bir hücre kesilivermişti ona.
Kuyular da zindandır, çıkışsız kalınırsa. Kimileyin Yusuf misali en yakınlardakilerce elbirliği
ile atılan hücreler olabilir kuyular. Kuyuların en beteri, başkasının kendine kuyu kazmasına
gerek olmadan insanın, kendine kendisinin kazdıklarıdır. Ki onlar kimileyin pek de gösterişli
olabilir. O göz boyayıcılığa gömülüp, gerisine gözünü yuman, artık adı “zindan” olmayan,
adı konulmamış hücrelerdedir dense yeridir. Gerçeklerden kaçış ile kendini kandıran; ama
gerçek dışı olan ne varsa onları doğru bellemiş herkes kendi körkuyusunun gönüllüsüdür
öyleyse.
Birilerine Dünya’yı zindan etmek de var. Dar etmekten de öte. Bir ömür ne kadar süre tutuyor
ise o kadarlık bir salınış podyumu olan Dünya, kimine zindan, kimine keyif kahvehanesi bu
durumda. Yolunu bekleyenlerin keyfine keyif katacak, her yanına tıklım tıklım tıkılmışlara da
bundan sonra Dünya’yı cehenneme çevirecek gemilere kadar zindan olabilmiş bir zamanlar.
Vaktinde av gibi avlanıp, prangalara vurularak üst üste gemilere doldurulup, değil kendi
ailelerinden, topraklarından kendi anakaralarından çok uzaklara götürüldükleri yetmezmiş
gibi bir de köle yapılmışlar için gemiler, en kalabalık hücreler olmuştu mutlak.
Zindanların en çıkılmazı kendimizin kendimize zindan olması ile inşa ediliyor. Kimileyin
doğuştan getirilen özellikler var, aykırı kılıyor toplumdan. Kimileyin kuşatıldığımız koşullar
çıkışsız bırakıyor; çocuklar, ayakları üzerinde duramayacak şartlardakiler içine doğdukları
zindanlarda çıkışsız kalıyor. Zindana doğmak demek, kötülüğün her türlüsünün içine düşmek
demek. Hastalıklı, sapkın, tutarsız ruhlar elinde zindana dönen hayatların öyküleri ile
içlerimiz sıkça dağlanır oldu şimdilerde. Hastalıklı ruhlar zaten kişinin deliksiz hücresi.
Alınganlıklar, her şeyden nem kapıp, her söz, bakış, tavır kendilerine yönelik sananlar kendi
zindanlarında kavrulup gidiyor belki ama etrafı da kasıp kavuruyor.
Bazen de kendi cennetini kurma hevesi, başkalarını o cennetin zindanlarında çürütmeye
varabiliyor. Hile ile köleleştirme mi demeli buna; en bilinen örneği ile Alamut Kalesi’ni
anımsayıp? Ki o kalede o dönemin en zengin kütüphanesi varmış üstelik bir de. Bilgi ile
kölelik… İki zıt, birbirine aykırı şey, o kalede hapismiş. Madem bunca zengin bir kütüphanesi
varmış o halde en basite indirgenmiş hali ile adı irkilerek anılan, güya yalancı cenneti sunan
Alamut Kalesi’nden öğrenilecek şey şu o zaman; en büyük güç -yalan, yalancı cennetler
değil-, bilgidir. Bilgi, eğer onun yolunda gönüllü mahkûm olur, çalışırsan sonrasında diyelim
ki geçer not alarak o dersin efendisi olacağın çetin bir hazinedir. Son çıkarım da “kitapların
zindanı, saklandıkları kütüphaneler değil, sakladıkları bilgilerin gün ışığına çıkmamasıdır yani
kapaklarının açılmamasıdır” mı olsa?
Vaktinde, yirmi yılı geçkin eskilerde, tur ile Sinop’u da içeren gezilere giderdik Ankara’dan.
Sinop gezilerindeki ilk uğraklardan biri, en çok Pardon filmi ile herkesçe bilinir olmuş, artık
cezaevi değil, yakınlarda hafıza müzesine dönüştürülmüş, “Anadolu’nun Alcatraz’ı” da
denilen Sinop Cezaevi idi. Tarihi Sinop Cezaevi, “giren, çıkamaz” diye nam salmışmış. Her
sene tur ile oraları gezebildiğimiz zamanlarda lakabını bıyıklarından almış Sinop Cezaevi’nin
eski gardiyanlarından Pala, birkaç gezimizde bize binayı gezmede rehberlik etmişti, tur
rehberimiz yanında. Son gezilerimizin birinde, bir koğuşta çekilen film ya da dizinin
dekorlarını kaldırmamışlardı, hala durmakta idi.
Sinop Cezaevi’nin zindanları da vardı. İlk kez zindan görmek bir yana zindanın gerçeğini
görmek çarpıcı bir an oluyor. Taş duvar her yan. Karanlık. Dar. Pencere yok. Hava nerede ise
yok. Her yan nem içinde, hele de binanın arkası dalgaların çarptığı deniz olunca. Rutubet
kokusu sarmış ortalığı. Pala’dan dinlediğimiz kadarı ile bu zindanlara ciğerler çok
dayanamazmış zaten. O daracık yerin bir köşesinde, kapısı filan olmayan, açıkta hela taşı
vardı. Ben çok bakamadım. Nefes alınamıyor, tıknefes kaçıyorsunuz o bölümden. Sinop
Cezaevi’ne şairler de girdiğinden orada yazılan bir şiir parça da oldu, malum.
Gördüğüm ikinci zindan Kıbrıs’ta idi. Liseden mezun olduğum yıl ailecek Kıbrıs’a gitmiştik,
hayli önce. Gazi Mağusa’yı geziyorduk. Magosa’da iseniz oraya sürgüne gönderilmiş Milli
Şairimiz Namık Kemal’in zindanını da görmek istersiniz mutlak.
Şair, roman yazarı, gazeteci Namık Kemal’in adı ile anılan meydanda, açıkta, bir bakla odacık
alanda, dikdörtgen şekilde, dört metre yüksekliği var yok taş bir yapı görünce şaşırmıştık,
zindan kavramı ile pek bağdaştıramayıp. Oysa “içeri tıkılıp, dışarı çıkamadıkça, evden,
yurttan, sahip olunan her şeyden uzak olunca ha dehliz, ha burası. İkisi de zindan olur tabii”
diye düşünememiştim o yaşta. Yıkılmaya yüz tutmuş yapı çok yıpranmıştı, henüz müzeye
döndürülmediğinden girip, içini gezememiştik. Ortada öylece duran, dört köşe bir taş yığını
halinde idi. Çok sonraları müze oldu.
Namık Kemal, Magosa’daki hücresinin ya da zindan mı desek, duvarlarına şiirler yazmışmış
meğer. Ancak bekçi, duvarlar kirlendi diye kendisine kızılacağını düşünüp, şiirleri silmiş.
Böylece şiirlere de zindan olmuş Magosa’nın orta yerindeki o taş yapı.
İster Sinop Cezaevi’nin eski haline, ister Namık Kemal’in henüz müzeye dönüştürülmemiş
zindanına bakınca görülen şey, insanın kendini kendine hapsettiği zindan ile aynı mı, farklı mı
yanıt bulunamıyor. Gün olur, Kelebek romanındaki gibi kürek mahkûmu bile bir kurtuluş
yolu bulur da insanın kendini kendine zindan edişinden çıkış yolu bulunamaz. Ki o hücre
görünürde pek şatafatlı, şaşaalı da olabilir olmasına. Ama…
Öyle ki bir bakarsınız fildişinden kuleler yapmış insanlar kendilerine. Ve o kuleler artık
onların kafesi olup çıkmış. Dış dünyada -ki dış dünya “gerçekler” diye nitelenmekte malum-
akıp giden iyisinden kötüsüne, belalısına hayatlar ile bağ kopar, kafeste iken. Birinin
bünyesindeki tüm hücrelerine kadar kendince keyif aldığı fildişi hücrenin duvarları gerisinde
kalan hayat parlak olabilir; ama hayatın kendisi değildir. Zira geri kalan her şeye kulak
tıkamak, göz yummak hayatın içinde olmamaktır, olanı biteni bilmemektir. Ses hızı bile o
duvarı delip, geçip duyuramaz kendini o zaman haliyle. Oysa göz, görmek, kulak, duymak
içindi. İkisi de fildişinden kafes gerisinde olunca ne gözün gerçekliği kalır ortada ne de
kulağın. Beş duyuşuz tatlı bir kandırmacadır fildişleri.
0 Yorum