Dünün Lastik İzi, Bugünün Belgeseli; Siyah Beyaz Yeşilçam Filmleri
Aramıza katıldığında, eğitim aldığı mühendislik dalında iki iş yerinde çalışmış, kırk üç yaşında biri idi. Şimdi mühendislik gerektirmeyen bir hizmette idi. Her eğitimden kişilerin birkaç ay kurs gördükten sonra yapabildiği bir işte.
Bir gün, şimdilerde alınan ürünlerin daha yılını bulmadan arızalanabilmesine karşın çocukluk yıllarımızdaki gereçlerin on yıllarca dayandığı diyelim ki bin dokuz yüz atmışlı yıllarda alınmış buzdolabının en az otuz, kırk yıl kullanıldığı sohbetinde idik. Kırk beşe geldi gelecek yaşta, doğduğundan beri araba nedir bilen, ehliyeti de olan arkadaşımız “hadi canım, o zamanlar nerde vardı ki öyle şeyler” demez mi? Şakadan da değil hem, ciddi ciddi! Diplomasında mühendis yazan birinden az çok bilim tarihini bilmesi, falanca mühendisi tanımı gereği de anılan şeylerin ne zamandır annelerimiz sonra da bizler tarafından kullanıldığından haberdar olması beklenirdi oysa!
En azından elektriğin kaçıncı yüz yılda bulunduğu, barajlarımızın hangi yıllarda yapıldığını hatta kimilerinin devre dışı kaldığı ya da kalacağını bilmeli idi. İnsanlığın gününü aydınlatan ama Tesla’nın başını yakan, Edison’un sahiplenerek Tesla’yı elektrik çarpmışa çevirdiği buluş elektrikten sonrasının çorap söküğü gibi geleceğini de. Tüm toplumlar üreticiler için birer pazar olduğundan elektrik ile çalışacak her ürünün bu pazarlara sunulacağını bilmeli idi elbette. Ama tam tersi tavır sergilemez mi? Herkes ona yanlışını göstermeye çalışırken o fikrinde ısrar edince aklıma gelen tek şeyi söyledim kendisine; “eski Yeşilçam filmlerini izle. Bin dokuz yüz kırklardaki, ellilerdeki hele de yetmişlerdekini. Doğduğun yıldan önceki filmleri defalarca izle ki o zamanlar nasılmışız, neler varmış, ortalık nasılmış gözden kaçan bir şey olmasın!”
Kastettiğim filmlerden öncesi de vardı üstelik. Yeşilçam’ın öncesi. İlk Türk filmi olarak kabul edilen filmimiz 14 Kasım 1914'te, Fuat Uzkınay tarafından çekilmiş meğer. “Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı film imiş. İlk filmimiz olmaktan başka belgesel kabul edilmekte imiş.
Karşımızda motorun, teknolojinin tarihçesini hiç değilse temel seviyede bilmesi beklenen biri varken bilimi bırakıp ona filmleri önermek! Oysa Kurtuluş Savaşımız sırasında Türk Havacılık Tarihi’nde uçak düşüren ilk savaş pilotumuz Vecihi Hürkuş, Edirne’de düşürülmüş bir düşman uçağının motoru ile “Vecihi K- VI” adlı ilk Türk uçağını 1923 yılında tasarlayıp, 1924 yılında arkadaşlarının da desteği ile ortaya koymamış mıydı?
Uçakları geçtim hadi kırk beş yıl önce annen evlenip, yuva kurduğunda misafirlerine, size poğaça, kek, börek çöreği nasıl pişiriyordu? Çoklukla çocuk elinin yetmeyeceği yükseklikte, buzdolabı üzerinde duran, yuvarlak, artık nerede ise bulunmaz olmuş, hala onlar gibi kıvamında pişirenine rastlanamayan elektrikli kırmızı fırınlarda, değil mi? Kırk yıl önce de, atmış yıl hatta daha öncesinde de küçük ev gereçleri gibi ıvır zıvırlar dışında şu an bir beyaz eşya dükkânında satılan en temel eşyalardan hiçbiri bundan çok değil otuz yıl öncesinde, kırk yıl öncesinde yoktu denirse eğer? Bunu neye yormalı?
Böylesi anlarda ne yapmalı? İlk, bizde buzdolabı, çamaşır makinesi fabrikalarının kuruluş tarihlerine bakmalı bir, değil mi? Zira eğer bir yerlere elektrik uğramış ise oralar sanayici gözü ile pazardır, tüketicidir; tüketici gözü ile de o ürünler bir düğmeye dokunuş ile çamaşırın, bulaşığın yıkandığı hayatı kolaylaştıranlardır. Bizim evde yani baba evinde merdanelisinden tam otomatiğine birkaç çamaşır makinesi eskitmiştik çocukluğumdan başlayarak. Elektriğin uğradığı her yerde vardı bunlar. Pek de sıradandı o zamanlar bu durum. Konu edilmezdi.
Hatta film bile çekiyorduk daha bin dokuz yüzlü yılların başında. Halka açık film gösterim geçmişimiz 1800’lü yıllara kadar gitse de Türk sinemasının ilk sesli filmi 1931 yılında çekilmiş “İstanbul Sokaklarında” imiş. İlk renkli filmimiz de 1953 senesinde, Muhsin Ertuğrul tarafından çekilen “Halıcı Kız” imiş. 1930’lu yıllarda 18, 1940’lı yıllarda 73 film çekmiş Türk sinemacıları.
Sonraları film çekmede o kadar yol almışız ki 1950 -1980 yılları arasında artık İstanbul’da bir sokağımız bile olmuş sinema işleri ile anılan; Yeşilçam. İlk zamanlar çekilen çoğu filmlerin yazılı bir senaryosu olmasa, doğaçlama çekim yapılsa da sinema tarihine geçmiş işler de ortaya konmuş o vakitler. Diyelim ki 1963 yılında başrolünü Hülya Koçyiğit’in oynadığı “Susuz Yaz” filmi Berlin’de Altın Ayı ödülü almış.
Elektrik bir kez bulundu ise eğer kaçınılmaz olarak her yana yayılacak; bir yere geldi ise de üretim için artık barajlara sahip olunacak haliyle. Tüm Türkiye’nin dört bir yanındaki barajların hem eskiliğine hem de onların nerelere elektrik sağladığına bakmalı ki önce ne zamandır evlerde, sokaklarda, fabrikalarda elektrik kullanmaktayız akıl edebilelim. Öyle ya, bin dört yüz yıldan fazladır bize ne sorulmakta; “akletmez misiniz –akıl etmez misiniz-?”
Akıl etmek için önce elektrik direklerine mi baksak? Diplomasına göre “müyendiz kafalı!”lardan okuma yazmayı askerde öğrenmiş o pek saygı duyduğum yurdun efendisi köylülerimize kadar. Her bir köşede, dağ başından ücra yerlere yüksek gerilim hattı halinde dikili, vaktinde keresteden, yüzbinlerce elektrik direği diyelim ki kırklı yaşlardaki o birinin doğumundan bir gün önce belirivermedi orada burada. O doğmadan bir gün önce direklerin metalleri maden ocağından çıkarılıp, bir gecede işlenip, direk biçimi verilip, dikilecekleri yerlere ulaştırılarak milyonlarca kilometre uzunluğundaki teller ile döşenmediler. Yersiz mi yersiz edilmiş laflar üzerine söylenmiş o en beylik laf var ya! Böylesi akletmezliklerimiz –akıl etmezlik- sonucu verilen tepkileri görünce akla gelmeden olmuyor işte o!
Ya bizleri el yazması kitap kıtlığından kurtaran basılı kitaplarımız? Malum, matbaanın da hüzünlendiren bir tarihçesi yok mu bizde? Bugün ellisini, atmışını, yetmişini, seksenini, doksanını çoktan geçmişlerin ilkokulda kitapları el yazması mı idi yani; madem elektrik filan bilmezdik? Ya da lisede, üniversitede? Bugün bile henüz bulunmamış, icat edilmemiş olanlar dışında ne varsa şimdi yetmişli hatta seksenli yaşlarda olanların çağında da üç aşağı beş yukarı vardı. Biraz da o zamanlar, faturalar intern ödenmediği, alışverişler bakkaldan manavdan yapıldığı için pek ihtiyaç duyulmadığından bugünkü kadar yaygın olmasa da telefon da vardı elbet elli yıl önce de, atmış yıl önce de. Yine filmlerimize bakılırsa çevirmeli, yerleşik telefonlarımıza sıkça rastlanacak. Telefon vardı var olmasına da taşınabilir yani cep telefonu haline gelmemişti henüz; araba vardı da elektrikli arabaya geçilmemişti yalnızca. Şöyle mi desek, şimdi kullanmakta olduğumuz her buluşun çoktan kırkı çıkmıştı, kırk yıl öncesinden de önce!
Bin dokuz yüzlü yılların ilk çeyreğinde doğan dedelerimiz, “ajans” dedikleri haberleri, duvara sabitlenmiş işçilikli demirden iki taşıyıcı üzerindeki ahşap rafta durup duran radyodan dinlemiyorlar mıydı? “İkinci Dünya Savaşı çıktı mı, savaş ne durumda, kim ne halde” diye. Ki o lambalı, dışı ahşap kaplama kocaman radyolar şimdi evlerde ajans dinlemek için değil, antika eşya niyetine başköşeleri süslemiyor mu bugün? Tarih hakkında konuşmak için önce tarih bilgimizi mi yoklayacağız yoksa? Yani akledeceğiz? Böylesi bir olayı daha geçen hafta yaşadık.
Şu sıralar ne sezon başı ürünleri hatta ne de sezon sonu indirimleri bekleyecek bütçelere sahip olanımız artık pek kalmadığından çok zorunlu olmadıkça yeni üst baş aldığımız yok. Ancak eldekiler iyiden iyiye elden çıkınca alınır oldular şimdilerde kılık kıyafet cinsi ihtiyaçlar.
Gereksinim duyduğum ürünlerden belli başlı markaları satan bir mağazada aldık soluğu, eşim ile. Sırf günlük hayatın içindeki koşturmacada herkesin giydiği çağın üniforması haline gelmiş, en fazla üç markaya ait pantolonundan, T pamuklularından gömleklerine, montlarına, kışlıklarına askılar dolusu bulunan mağazada çalışan şirin bir kız yardımcı oluyor bize. Taş çatlasa yirmi, yirmi üç arası diyeceğim yaşına ama o kadar bile yok. Yüzündeki, bakışındaki yorgunluk yaşından kat kat yaşlı.
Çoğumuz onun yaşlarında yükseköğrenimde idik. Çalışmayı henüz öğrenmemiştik, evler ister kira olsun ister kendimizin, biz evin çocukları çalışmadan okuyabiliyorduk. Her istediğimizi almamız belki mümkün değildi ama her şeyimiz de yerinde idi. Sinemaya da giderdik, tiyatroya da. Resim sergilerini kaçırmazdık. Sıkça kitapçı dolaşır, harçlıklarımız ile o zamanlar kolayca alınabilen bir poşet dolusu kitap alırdık.
Doğum tarihlerimiz 1900’lü yılların ikinci yarısından sonraya denk geldiğinden yani eski yüzyılda kaldığından yeni yüzyılın dahası milenyumun çocukları belki de “yeni” karşısında “eski”nin hükümsüz kaldığını sanıyor. Bu yüzden de kendilerinden önce hiçbir şey yoktu, her şey sanki balkabağını Pamuk Prenses’e atlı araba yapan sihirli değnek ile bir gecede ortaya çıkıverdi anlayışında olmalılar. Öyle olmalılar ki satıcı kız, baktığım ürünlerin içeriğinin yazılı olması gereken çoklukla beyaz, ipeksi ama sentetik etiketi göremeyip de sarımtırak bir kâğıtta yazılı olanları okuyup, okuduğumu da anlamama şaşıp kaldı. Sarımtırak, ince, pantolona tutuşturulmuş kâğıtta, bu kâğıdın geri dönüşüm yolu ile elde edildiği yazıyordu. İngilizce. Şirin kız galiba bizim yaştakilerden hiç beklemediği bir şey ile karşılaşmıştı.
Sanki bizim kuşak, bugünkü Göbeklitepe gibi veriler ışığında geçmişe bakıldığında yaşanıp yaşanmadığı bile tartışılır olmuş Taş Devri ilkelliği içinde iken ansızın şoklanıp saklanmış da bu devirde çözdürülmüş bir kuşak onların gözünde. Taş Devri günlerimizde hiçbir şeyi bilmezdik de sağ olsun şu son kuşağın devrinde onlar ne gördü ise biz de sayelerinde görür olduk sanki! Bu yanılgı onların suçu, günahı değil aslında! Zira Dünya’ya yalnızca mikroskop merceği ile bakarsanız anca tek hücrelileri görebileceksiniz. Ama başınızı kaldırıp etrafa, göğe bakarsanız milyarlarca hücreden oluşmuş ağacından, ağaçlarda gezinen, konan, yuva yapan canlılardan doğaya, insana, yıldızlara, Dünya’ya göreceksiniz elbette. Dünya’dan da, kendimizden de anca böyle haberdar olunabilir tek!
İşte bu yüzden ne kadar yirmilik var hatta otuzluklar, kırkın başındakiler, onlar, 1940’ların, 1950’lerin, 1960’ların, 1970’lerin, 1980, 1990’ların filmlerini izlemeli. Eğer öylesine kesinkes doğru sandıklarının gerçek olup olmadığını sağlamak, teyit etmek istiyorlar ise. Bir yerde tarih eğitimi de olarak. Dezenformasyonun önünü almak için. Belki ev kirası, tedavi parası, öğrenci çocuğu için elli, atmış, yetmiş yaşından sonra hala çalıştığından kimi yirmiliğin çalışma hayatında bir pozisyon işgal ediyor diye diş bilediği eski kuşağa kin ve nefret duymalarını önlemek için.
Yeşilçam dönemi filmleri geçmiş yüzyılda kalmış kısmen sosyolojimizin, o zamanların belgeseli çünkü. O dönemdeki araba modellerini, şehir içi ulaşımı, ev aletlerinden kadın taksicilerimize yani Nebahat’e, sesten bile hızlı uçağın dahi indiği sonraları ATATÜRK Havalimanı diye anılacak olan Yeşilköy Havalimanımızdaki yolcu karşılama, uğurlama sahnelerini görmek için izlemeliler. Şehirlerarası otobüs yolculuklarını, çevirmeli, jetonlu telefonları, yıldırım telgrafı, modayı, mimariyi, sosyal yaşamı o günün tüm gerçekliği ile olduğu gibi hem de film tadında izlenecek belgeseller, pek eski Yeşilçam filmleri çünkü. Çünkü aslında o dönemde olan çok şey şimdilerde yok! Bu yüzden akledenler için o filmler, bugün kuşkuya düşüren tüm akıl karışıklıkları için doğru yanıtı barındıran birer belgesel. Başta İstanbul olmak üzere kentlerimizin bozulmamış siluetlerini, koruluklar ile kaplı Boğaz’ın artık tek tablolarda, filmlerde kalmış güzelliğini, nüfusu bir milyonu bulmamış bugünün metropollerinin etrafında ne kadar çok yayla, adları artık semtlerde kalmış dere, tepe, dağ, koyun sürüsü, çiftlik, köy olduğunu görmeden yani o filmleri izlemeden o dönemler hakkında ileri geri konuşmak, sonrasında pek mahcup düşmek olabilir!
Eskilerin kimileyin pek de oralı olmadığımız Yeşilçam filmleri, yalnızca birer film olsalar da bugün onlar artık bir dönemin kütüphanesi, sosyal dosyaları, sandık odasında saklananları. Onlar, geçmişin birebir aynı, gerçek “o an”larını kare kare bugüne taşıyanlar. Dünün ne olduğunun tapusu, kasası o filmler. Öncemize ilişkin kayıtlı şeritler, anın kareleri olarak dün ne, ne idiyse, nasıl idiyse hem de bazen güldürerek sunan arşivler o filmler şimdi benim gözümde. Geçmişin kayıt odası!
Keşke sırf en az otuz, kırk yıl öncesinden başlayıp, atmış, yetmiş, seksen yıl önceki filmlerimize koruyup, saklayan bir Yeşilçam sinema müzemiz, televizyon kanalımız olsa! Mesela hikâyesinin konusu Necati Cumalı’nın avukatlık yaptığı yıllarda gördüklerine dayanan, Berlin’de Altın Ayı Film ödülünü almış, Hülya Koçyiğit’in başrol oynadığı, 1963 yılı yapımı, hep duyduğum ama izlemediğim az önce de andığım bir filmi filan da gösterseler ara ara! En başından beri bilim, tıp, edebiyat, spor, sanat yetmedi film sektörüne kadar içinde olduğumuza hatta Türk sinemasının ödül aldığına kadar da unutmasak böylece!









0 Yorum