Asil bir sadakat öyküsü: Kontes
                                                        
                        
                                                                                    Kontes’in can yoldaşlığında birebir ve hatta daha fazlasını yaşadığımız, 2010 yılında Annem’in isteği üzerine öyküleştirdiğim bu anımı, kendilerini insanlara adamış tüm köpek canlara ithaf ediyorum. Çeşme’de hala Kontes’in torunlarına rastlamaktan mutluyum.
 
Çok önceleri idi… Birkaç on yıl önce!
Yazların geçeceği bir ev sahibi olabilmek için uğraşırken yaşamadığımız kalmamıştı.  Hem de tanıdık bir müteahhitten alınan Mahmutlar, Alanya’daki ev meğer başkalarınca yaptırılmakta olduğundan senelerce bir türlü anahtarı verilmeyince oradan alanlar hep birlikte bunun nedenini araştırdıklarında üzerinde hiçbir yapı olmayan bir araziye boşu boşuna bunca yıl para akıtıldığı ortaya çıkmıştı. Dolandırılmıştık yani. Yine de sonunda gerçekleşmişti düşümüz.
İlkin Akdeniz’de başlayan yazlık ev alma çabalarımız, Ege’de Romanyalı işçilerce inşası tamamlanmış bir kooperatif evine kavuşmamızla sonlanmıştı Senelerce gezindiğimiz dolambaçlı yol düze çıkmıştı; ama borç da boyumuzu aşmıştı. Sonunda Çeşme’nin bir burnunda yazlığımız olmuştu olmasına ancak ev tamam olmamıştı. Kupkuru bir bina olmak dışında ortada hiçbir şey yoktu gerçek bir eve dair. Onlarca penceresi olup da hiç bir pencereden evin önünü, bahçemizi, yolumuzu göremediğimiz gibi çoğu pencere, yan odanın duvarına bakıyordu. Ama olsun, etraf en üst derecede, birinci derecede doğal SİT alanı idi.
Dört bir yanımızı, gövdeleri lif lif kabuk bağlamış nicenin ardıç çamlarıyla dopdolu kuytu bir orman kuşatıyordu. Esintili yüksek bir tepeden ibaret burnun ucundan bakıldığında aşağıdaki ıpıssız koyun huzuru, mavi hareli ipek kumaş gibi uzanıp giden denizin renklerinde görülebiliyordu. Koyun taşlık sahilini okşayan denizin çırpıntısında martılar beşikte yatar gibi salına salına yüzerken koya dik inen sarp kayalıktaki kovuklarda kızıl tilkiler yavrularını büyütüyordu.  
Parlak siyahi tüylerine beyaz benekler düşmüş sığırcıklar, kırmızı gagalı karatavuklar, görünmeseler de çıkardıkları seslerle orada olduklarını duyuran ağaçkakanlar, kukumavlar, ishak kuşları, kumrular, sakalar, ispinozlar ardıç dallarında geziniyor, kimi sabah erkenden kimi akşamları kimisi de geceleri susup dinlenmeksizin dinletiyordu ötüşlerini. 
Her yanı kaplayan onca şifalı bitki, sarmaşık türü toprağı sarıp sarmalamış, görünmez etmişti.  O sıralarda doğal SİT alanı olan burun, kekik, kantaron, kocayemiş, şifalı otlar, baharın en erken döneminde baş gösteren bembeyaz orkidelerle kuşatılmıştı. Narin çiçekli yaban orkideleri, ıtırlı küçücük soğanları ezilip salep olsun diye beline önlük dolamış adamlarca kökü kurutulurcasına topraktan kazınıp çıkarılıyordu hemen yanı başımızdaki küçücük ardıç ormanından.
Sakız Adası’ndan önce denize gri birer benek gibi konmuş iki küçük adanın arasından geçen balıkçılar, akşamüstleri motor sesleriyle selamlardı Ege’nin bu sularını.  Sert kayalıklarla çevrili sahili hırçın dalgalarca her an dövülen adalardan daha küçüğü ıssızdı.  Daha büyük adadaki deniz fenerini bekleyen karı kocanın ihtiyaçları, her hafta kıyıya yanaşan Çeşmeli bir kayıkçı tarafından karşılanıyordu. Tam karşılarında Sakız Adası alabildiğine uzanan bu iki Türk adası, denizde soluklanan sarp kayalıklardı aslında. Martılar yoruldukça konaklıyordu buram buram sakız ağacı reçinesi kokan adaların çalılarında.
Ne doğru dürüst bir yol vardı Çeşme’den köyümüze, ne de dolmuş. Köyden burna sapan yolun ortası yağmur sonrası iyice oyulup, oyuklar bir ufak krater ağzını andırdığında araba yolda kalakalıyordu. Issız küçük ada kadar ıssızdık biz incir, sakız kokan, kekiklerin mor çiçek açtığı burnumuzda.
Çeşme’den binilen dolmuşla önce köyümüze gidiliyordu da köyden birkaç kilometre ötedeki evimize gidebilmek hiç kolay olmuyordu. Arabalar, delicesine yağan yağmur ardından yolda açılan kocaman çukurlara düştükten sonra saatlerce traktör beklemeliydi kurtulmak için.  
Yolu beli olmayan evimizin alt kat duvarları, Romanyalı ustaların her türlü hayal gücünü yansıtan ve bir çocuğunkinden daha acemice resimler ile boydan boya dopdoluydu. Onları kapatmak için taşındıktan sonra her gün yeni bir kat badana çeksek de birkaç yılda ancak kapanabildi o karalamalar.
Çıkan ihtilaflar, maddi sorunlar nedeniyle yıllarca kabası bitmiş halde beklemiş kooperatif evimizin doğramaları kurumamış çam kerestesinden kesildiği için pencereler, kapılar yerlerine takıldıktan sonra güneşte ve rüzgârda kurumuş, kuruyunca da küçülmüştü. Kuruyup küçüldüğü için ölçüsü artık kapılara, pencerelere uymayan doğramaların açıklıklarından eve toz doluyordu. Çam kerestesinden yapılmış dış kapının aralıklarından gün ışığı giriyordu huzme halinde. Böcekler de.
 Boş evlerin açık kapıları, pencere kanatları, gece gündüz esen hırçın rüzgârda gürültüyle çarpıp duruyordu. Uğultuyla esen rüzgârın önünde yuvarlanırken yerdeki tüm çalı çırpıyı da yakaladığından giderek büyüyen diken tomarları, sanki bir kovboy filmi çekilen setteymişiz gibi hissettiriyordu. Tozu, dumana katan deli rüzgârın kaldırdığı toz yetmezmiş gibi bir de sitenin henüz taş döşenmemiş toprak yollarında savrulan çalılardan yükselen toz bulutundan göz gözü görmüyordu.
Yolu olmasa da, içi bitmemiş hatta hiç kullanılmadan harap olmuş olsa da evin sorunları taşınmadan çözülemeyecekti. Yazlığa gitmek için bekleyen eşyalar gitmedikçe de tıklım tıklım dolu Ankara’daki kışlık ev, nefes alınır hale gelemeyecekti. Çeşme’deki evi oturulur hale getirebilmek için oraya taşınmak kaçınılmaz olmuştu. Oralarda henüz kimseler yaşamasa da sitemizin bekçi dışındaki ilk oturanı olmaya karar vermiştik biz. Oraya taşınan ilk aile olacaktık. Zorlu şartlarda, alıştığımız hiçbir imkânın olmadığı bir yaşam sürecektik bir müddet. Yine de ilk olmak bizi korkutmadı, ardımızdan gelenlerin olacağına emindik.
Öyle de oldu. Çeşme’deki yazlığa eşya götüreceğimizi duyan yan komşu da bizimle gelmeye karar verdi. Bir komşumuz olacağı için çok sevinmiştik. Denklerdeki, hurçlardaki, karton kutulardaki eşyalarımızı bir iki güne kalmadan kamyona yükledik. Öğlene doğru yola çıkan kamyon, gece boyunca ağır ağır yol alacaktı. Biz de geceden çıktık yola. Sabah Çeşme’de olacaktık. Eşyalarımızı taşıyan kamyon da bizden sonra gelmiş olacaktı.
Kamyon, hesapladığımız gibi sabah bizden sonra ulaştı Çeşme’ye. Akşamleyin yan komşular da geldi eşyalarıyla. Böylece kaptırmadık birinciliği. İlk gelen sakinler bizdik; dağ başındaki, duymadığımız bilmediğimiz kuş ötüşleriyle şenlenen ıssız sitemize.
Ankara'dan koliler dolusu yiyecek, içecek, sirke getirmiştik. Meyve suları,  Beypazarı kuruları, makarna paketleri, teneke kutularda peynirler, kuru yemiş, un ve başka ihtiyaçlar ile birlikte. Kuru gıdalar, zeytinyağı, kibrit paketleri, temizlik malzemeleri, ilk yardım malzemeleri, ilaçlar, kremlerle, güneş yanığı için, kesikler için, yaralar için merhemlerle doluydu karton kutular. Bu kutular, burada bizim için hazine kadar değerliydi. Zira bir müddet ıpıssız dağ başında yaşayacaktık. Ha deyince Çeşme'ye inemeyeceğimiz, alışveriş konusunda uzunca bir süre tatil yapacağımız, anca birkaç evde yaşayanın olduğu yan siteden köye ya da Çeşme'ye giden biri olur, bir ihtiyacımız olup olmadığını sorarsa ihtiyaçlarımızı tedarik etme imkânını bulacağımız günlere hazırlıklıydık. Çukura düşen arabaları çıkarmak çok zor olduğundan arabam Ankara’da kalmıştı.
Gün inmeden eve yerleşmeliydik. En azından öncelikli olan her şeyi, yatakları, masayı, tabakları, çarşafları, örtüleri yerlerine koymalıydık. Güneş battıktan sonra hiçbir iş yapamayacaktık.  Zira elektriğimiz yoktu. Dahası suyumuz da bağlanmamıştı. Sitenin ortasındaki yüz yaşından fazla, meyvelerinin lezzeti bulunmaz tattaki armut ağacının altındaki tankerden sağlayacaktık tüm su ihtiyacımızı. O yüzden kolilerce içme suyu getirmiştik Ankara’dan. Bahçe, belimize kadar gelen otlarla kaplıydı.  Her türlü sürüngenin olduğunu biliyorduk orada. Yine de otların içine girmekten başka çaremiz yoktu temizlik için.
Kamyona vermeyip, yanımıza aldığımız sırf temizlik gereçleri ile dolu hayli büyük bir çantada ne var ne yok ortaya saçtık.  Temizliğe nereden başlayacağımızı bilemiyorduk. Her yer temizlikte öncelikli görünüyordu, her yer son derece kirlenmişti. Batmıştı. Ev, inşaat süresince orada kalan ustalarca çok hor kullanılmış, tek bir banyo karosu dahi pisletilmeden bırakılmamıştı. Merdivenler, mutfak, banyolar, odalar boya, kireç, çimento kalıntısı, lekesi içindeydi.
Yol yorgunluğunu atmaya fırsat dahi bulamadan Güneş’in doğuşu ve batışı arasında kalan çalışma saatlerimiz içinde iş bölümü yaptık. İşimiz çoktu, elektriğimiz olmadığından çalışma vaktimiz gün ışığıyla kısıtlıydı. Asırlık armut ağacının altındaki tankerden suyumuzu karşılıyor, yıkanacakları oradan sağladığımız suyla yıkıyorduk.
Annem, içinde her türlü zararlının, sürüngenin kolayca barınacağı bahçedeki yüksek otları, dikenleri kesmekle başladı işe. O işleri özellikle kendisi üstlendi. Yılan olabileceği korkusuyla benim otların içine dalmamı istemedi.  Budama makasını, bıçkısını, nacağını alıp işe koyuldu. Çok geçmeden baltayı da aldı eline. Babam, karyolaların kurulması, ağır eşyaların yerleşmesi, çalışmayacak olsalar da buzdolabını, çamaşır makinasını yardımcılar ile üst kata taşımak işlerini yüklendi. Kardeşlerimden biri İstanbul’da bebek büyütüyordu diğeri de askerdeydi. Yanımızda değillerdi. 
Öncelikle “temiz olmalı ki temiz olmamıza yardımcı olsun” diye düşündüğüm banyodan başladım işe. Orta kat ve alt kattaki lavabolar da,  duşlar da öyle bir görünümdeydi ki oraların kazınması, her bir karonun tam anlamıyla temiz olması birkaç gün batımı alacaktı. Ancak buralar her an kullanılacak yerlerdi ve acilen sağlıklı bir hale gelmesi gerekiyordu. Kirin altından banyo karosunun deseni fark edilse de asıl desen bütün karoların neredeyse tüm yüzeylerini kaplayan kirin kendisiydi. Neyse ki evin durumunu ve bizi bekleyenleri önceden bildiğimiz için deterjanın en sökücü olanını, yoğununu, mikrop barındırmayanını getirmiştik yanımızda kutu kutu. Şişelerce sirkeyi, tel fırçaları, toz bezlerini, silme bezlerini, yer paspaslarını eşyaları getiren kamyona vermeyip otobüste beraberimizde getirmiş olduğumuza fazlasıyla sevindik hiç vakit kaybetmeden işe koyulurken.
 
Kaba pislikleri temizleyip, tozdan topraktan, donmuş kireç ve çimento parçalarından, tuğla kırıntılarından, kesilip oraya buraya atılmış, saçılmış kablolardan arındırdığım banyoyu,  ihtiyaç duyduğumuz her an elimizi yüzümüzü, çamaşırlarınızı yıkayabileceğimiz hale tam anlamıyla sokmanın uzun zaman alacağını daha ilk bakışta anlamıştım.  Her köşesinin kazınıp pırıl pırıl olması uzun sürecek banyonun şimdilik kullanılabilir olmasını tamamen deterjanın insafına bıraktım. Duşlara, lavabolara, zemine burnumuzun direğini kırarcasına kokan, içe çekilince insanın boğazını yakan en yoğun deterjanlar ile duş yaptırdım. Banyoları bu deterjanlardan arındırmak için de suyla defalarca yıkadıktan sonra şişelerce sirke ile temizliğe temizlik kattım. Bunları yaparken burnumu ve ağzımı bandana olarak kullanılan renkli, küçük, kare eşarplar ile kapattım. Elime eldivenler giydim. Yine de bu temizlik, dip köşe bir temizlik değildi. İlk elden ihtiyaç duyulan arındırıcı bir temizlikti. Daha çok iş vardı oralarda. En garibi de ne kadar temizlersek temizleyelim birkaç yıla kalmaz buraların baştan sona tadilat geçireceği,  yıkılıp yenileyeceği gerçeği idi.
Odalara geçip inşaat kalıntılarını topladım. Toz toprak içinde, süpürge ile her yeri süpürdüm. Süpürdükten sonra paspas ve duru su ile ince kalıntıları alıyordum birkaç kez. Ha bire çamura dönen temizlik kovasındaki suyu boşaltıp boşaltıp dolduruyordum. Simsiyah sular döktüğüm kovanın dibinde her defasında kalın bir balçık tabakası oluştuğunu görüyordum. Her su yenileyişimde, temizlik yaptığım kovayı dibinde biriken balçık katmanından arındırıyordum. Kovadan döktüğüm su artık siyah değilse yerleri  arapsabunu ile paspaslamaya başlıyor, son elde de sirkeli su ile silip diğer odaya geçiyordum.  Gün batana kadar süren bunca yorgunluğun semeresi, elimizi yüzümüzü yıkayabileceğimiz beyaz lavabolar ve içinde temiz yatakların kurulduğu rahat nefes alınabilir, uyku göz kapaklarımızı ağırlaştırdığında gönül rahatlığıyla uyuyabileceğimiz mis gibi kokan odalar olmuştu.
Akşama kadar bahçede dikenlerle uğraşan annemin eli kolu çizilmiş, pantolonunun paçasına yapışan pıtraklar sutaşı gibi dizilmişti. Dikenleri kesmek hiç de kolay değildi, öyle kolay kesilmiyorlardı bahçe eldivenli ellere rağmen. Arka bahçenin bir kısmının temizlenmesi ertesi güne kalmıştı.
 
Gün indi. Gece karanlığı kademe kademe çöktü griden siyaha doğru sonunda. Elektriksiz bir gece geçirecektik; etrafı ardıç çamları ile çevrili koca sitede.  Bekçiden ve bizimle gelen aileden başka kimsenin olmadığı, sadece baykuşların ötüşü ile köpek havlamalarının duyulduğu gecede, karanlığa bürünmüş ormanın esrarengiz ve çok korkunç göründüğü bu dağ başında.
Yarım ay halindeki Ay, tepemizde tüm yardımseverliği ile ışıklar saçarak bulutlar arkasında kalmamaya özen gösterip bizi aydınlatıyordu. İlk kez ay ışığının nasıl da bu kadar ortalığı aydınlattığını görüyordum. Şehirdeki gibi değildi burada Ay ışığı. Karanlığın içinden, yukardan ışıklarını saçan koca bir fener gibi enikonu aydınlatıyordu etrafı. Toprak yollar, ay ışığı altında gümüşi bir renge bürünmüş, örme taş duvarlar ay ışığı ile yıkanmıştı. Daha uzaklar giderek belirgin olmayan bir hale dönüşse de yakınlar, Ay’ın aydınlatışı ile ardıç karaltıları açıkça seçilir olmuştu. Ay’dan dökülen ışıklarla bahçemiz, evin içinden daha aydınlıktı. Civarda elektrik olmadığından, ışık kirliliği yoktu. Işık kirliliği olmayan ortamda, gece karanlığında koca bir gümüş tepsi gibi görülen Ay varsa, görüş de temiz oluyordu. Hiç dinmeyen bir rüzgâr, uğultuyla esiyordu. Romantizm bu olmalıydı. Gece, ay ışığı, rüzgârın sesi.
Gece kuşlarının sesleri ve içinde rüzgârın gezindiği yaprak hışırtılarından başka bir kıpırtı duyulmuyordu bu ıssız gecede. Karanlığın içindeki boş evlerin damlarına, ağaçlara tünemiş ishakkuşunun, kukumavın çığlıklarını, uzaklardan gelen köpek seslerini daha fazla dinleyemedik. Dışarıda oturmak korkutucu olmaya başlamıştı. İçeri girip kapıları kapattık. Başucumuza mum ve kibrit koyup uykuya daldık.
Şiddetli rüzgârın dinmeksizin estiği ıssız burnumuzdaki gecede, çoğu boş evlerin kilitsiz olan kapıları gürültüyle çarpıyordu. Her çıtırtı ürkütücüydü böyle bir ortamda. Dışarıda neler olduğunu anlamak için geçici olarak perde niyetine raptiye ile pencerelere tutturduğumuz eski çarşafları, pikeleri, örtüleri aralayıp bakmaya cesaret edemiyorduk.
Ertesi gün sitenin başındaki evlerden birinde oturan bekçiye uğradık. Bekçiden önce kapıda yatan köpeğini gördük ilk. Eğer bir köpekle karşılaştığımı bilmesem, onun bir zebra olduğunu sanırdım. Boz tüylü derisini çevreleyen koyu renkli kalın çizgiler zebraları kıskançlıktan çatlatacak cinstendi. Hiç böyle bir köpek görmemiştim daha önce. Bekçi, köpeği bağlamıştı. Köpek bize alışmadan da onu serbest bırakmayacaktı anlaşılan. Zebra desenli köpeğin adını da öğrendik. Adı Kontes idi. Kontes, daha o gün bize alıştı. Kalan yemeklerimizi ona götürerek kısa sürede dost oluverdik. Birkaç gün sonra bekçimiz siteden ayrılacağını haber vermek için uğradı. Taşınıyordu. Beraberinde götürmeyeceği Kontes, bizimle sitede kalacaktı. Siteyi beklemeye devam edecekti.
Babam eşyaların geldiği hafta sonu, Pazar günü akşamı Ankara'ya dönmüş, bekçi de oğlu okula kaydolacağından Çeşme içinde bir siteye gitmişti. Dağ başındaydık, yalnızdık. Cep telefonlarımız çekmiyordu. Telefonu ne zaman çevirsek “Nee” diyen Sakız Adalı bir Yunan açıyordu. Haberleşme imkânımız yoktu acil bir durum karşısında. Bekçiliğimizi yapan Kontes de o gün epeydir ortalarda görünmemişti. Annem kaygılanmış, bu ıssız yerde ne bekçi ne de bekçi köpeği olmaksızın kalmak fikri telaşlandırdığından aşka bir şey düşünemez olmuştu.
Örme taştan bahçe duvarlarının derz dolgusu için gelen kumlar, dış kapının önüne indirilmiş, kapının önünde oldukça yüksek bir yığıntı oluşmuştu. Tam kapının önünde oluşan bu yapay tepe, iğreti bahçe kapısından giriş çıkışımızı ve sokağı görmemizi de engellediğinden taş duvarın üstünden atlayarak girip çıkıyorduk içeriye, dışarıya. Birden kum tepeciğinin üzerinde bir hareket fark ettik. Kontes, kum yığınının üstüne çıkmış ve kendisini göstermek istercesine zıplıyor, hopluyor, dikkat çekici hareketler yapıyordu. Kum yığınından be taş duvardan fırsat bulup da başka türlü kendisini bize gösterememişti Kontes. O da Annemin düşüncelerini okumuş da içimize su serpmek istercesine kum tepeciğinin üzerine çıkıp hoplayıp zıplayarak dikkat çekip,  orada olduğunu ve siteyi beklediğini anlatmaya çalışmıştı. 
Kontes, sitede yaşayan yalnızca iki aileden ilki olarak sürekli bizim evin önünde dolanıyordu bekçi gittikten sonra. Arka bahçeye geçtiğimde bir bakıyordum Kontes uzanmış ve öğle uykusu çekiyordu, ön bahçeye çıktığımda dış kapının önünde dolanıyordu. Bizi bekliyordu gece gündüz.
Uykusuz bir gece geçireceğe benziyorduk rüzgârın her uğultusunun çınladığı evimizde. Çatı kapağından içeri dolan rüzgâr, merdiven boşluğunda esiyor,  çığlık çığlık odalara dalıyor,  çatı katındaki katlanmış karton kutular, şiddetli esintiyle açılıp sağa sola çarptıkça ürkütücü sesler çıkıyordu.  Bu sesler kulaklarımıza sanki yukarıda dolaşan biri varmış gibi geliyordu.  Bize o ana kadar çok yabancı olan gecenin sesleriyle korkmuş, korkudan üst kata çıkıp bakamamıştık bile. Böyle bir gecede hiç uyuyamayız diye düşündüm. Tahmin ettiğimin aksine yatar yatmaz uyudum. O kadar yorgundum ki.
Ellerim inşaat tozundan yara bere içinde kalmış, parmak uçlarımdaki deriler incelmişti. Çay bardağı, kalem tutamaz olmuştum. Tam bir inşaat işçisi kesilmiştim yani.  İş kanununa göre de çalışmıyordum üstelik. Daima fazla mesaim vardı. Gün ağarır ağarmaz kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor, ev içi temizliğe başlıyordum ilk. Esas işleri deliler gibi yaparken iki arada bir derede vakit bulunca da bahçe ile ilgileniyor, bitkileri yeni yerlerine yerleştirme telaşını yaşıyorduk. Ellerimizle dikip büyüttüğümüz, Ankara’dan saksılarda getirdiğimiz bitkileri dikmek için annemle birlikte kazma, bel ile bahçede yuvalar açıyorduk; her hafta sonu gelen babamın kirizmasını yaptığı bahçemizde. Yakındaki ağılın koyun sürüsünün geçtiği yerlerden tüm İç Anadolu'da “kığ” denilen koyun gübresinin Güneş’te yanmış olanlarını topluyor, dikeceğimiz bitkiler için açtığımız hayli derin açtığımız yuvaların dibine ateş küreği ile serptikten sonra yuvaların içini su ile doldurup, toprağın suyu çekmesini bekliyorduk. Toprak suyu çekince yuvayı yeniden su ile dolduruyorduk. Şerbetliyorduk yani. Böylece daha derinlerde kalmış toprağı hem besliyor hem de yumuşatıyorduk. Toprak kıvama gelince de akşama doğru bitkiyi dikiyorduk.
Bu arada koliler açılıyor ve getirdiğimiz onlarca iş eldiveni de yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. O kadar ağır işler yapıyordum ki eldivenleri iki günde paralıyordum. Kazma, kürek, bel, mala, keser, spatula sürekli elimdeydi. İşim biriyle bitiyor diğeriyle başlıyordu. Arka tarafta bulunan şöminenin kırmızı tuğlalarının her birindeki donmuş koca koca çimento parçaları ve kireç kalıntılarını mala ile kazımaya uğraşırken bu lekelerin sirke ile çıkabileceğini öğrendim. Yerden orta kat balkonu altına kadar uzanan şöminenin onlarca kırmızı tuğlasını sirke ile temizledim.
Gerçekten sirke çok yararlı oldu lekelerin çıkmasında ama ellerimde de hal kalmadı. İnşaat işçiliğim sırasında çimento tozu, kireç tozu, taş tozu ile haşır neşir olup, yara bere içinde kalan ellerim, sirke değdikten sonra günden güne daha da kötüleşti. İşaret parmaklarımın her ikisi de yandan çizgi çizgi yarıldı, derisi ayrıldı ve eti gözüktü. Ellerimi yıkarken, yaraya kaçan sabun acı veriyordu
 İşlerimin arasında taş taşımak da vardı. Taşlar, duvarlar için kırılan kayalardan kalanlar ve yağmur nedeniyle oyulan toprağın içinden çıkan, her biri kilolarca ağırlıktaki iri parçaların toplanmasıyla sağlanıyordu. Evin temeli etrafına taşlar döşenmeliydi. Öyle üç beş tane taş da değildi taşıyacaklarım. İrice taş parçaları toplanacak, evin tüm çevresi bunlarla en az yirmi otuz santim yükseklikte çevrelenecek ve sonra da üzeri betonlanıp, traverten döşenecekti. Çok taş taşıdım.
Çocukken çok yorulduğumuzu söylediğimizde babam bize “Taş mı taşıdınız” diye şaka yollu sorardı. Büyümüştüm ve taş taşıyordum. Çok da yoruluyordum. Taşları bulmak kolaydı; ama taşımak zorluyordu. Taş tozu değmiş ellerim artık gerçek bir amele eli olmuştu. Bir tane çok eski, paslı, tekerlekleri ters dönen el arabası vardı siteye ait. Kim sabah erken kalkıp ona el koyarsa, o gün araba ile taş taşıma hakkına kavuşuyordu. Araba olmaksızın kucakta taşıyordum taşları. Biz harıl harıl çalışırken Kontes karnını doyurmak için geziniyor, acıktıkça bizim eve uğruyordu.
Bir gece rüzgâr çok şiddetli esmeye başladı. Önüne kattığı dal kırıklarını, tozu dumanı, tahta parçalarını savuruyor, bunlar kapıya pencereye değdikçe çıkardıkları sesler ürkütüyordu. Eğer gece yarısı, bekçisiz kalmış siteye birileri sinsice gelse rüzgârın çıkardığı sesten dolayı hiç fark edilmeyecekti bile. Görmek zaten neredeyse imkânsızdı böyle birini. Çünkü elektriğimiz olmadığından site aydınlatmamız da yoktu henüz.
Taş taşıyan, toprak kazan, portatif merdivene çıkıp şöminenin en üst tuğlasına kadar malayla kireç kazıyan, sirke sürülmüş pamukla şöminenin her tuğlasını silen biri olarak yine çok yorgun düşmüş, Güneş indikten sonra yemek yemiş, hava karardıktan sonra biraz oturup uyumaya çekilmiştim. Gün ağarır ağarmaz kalkmak ve gün batana kadar durmaksızın çalışmak üzere. Hemen uyudum. Sabah, Annem kolay uyanmadı. Nedenini sordum, yorgunluktan kaynaklandığını sanarak.
Gece uyuyamamış annem.  Rüzgâr,  uğultular çıkararak hiç durmadan dolanmış evin içinde geceleyin.  Çatı katının açıklıklarından içeriye her türlü seslenişte bulunmuş. Önünde savurduğu dal, odun parçalarının çarpmasından olacak kapıdan, pencereden sesler gelmeye başlamış. Kapıdan ses gelince Annem kapının zorlandığını düşünmüş. Usulca aşağıya inmiş. Savuşturucu olarak elinde yalnızca ingiliz anahtarı ve kerpeten varmış. Açık mutfaklı giriş katının arka bahçeye açılan kapısını geçici olarak örten eski patiskayı aralamış tüm cesaretini toplayarak. Bahçede dolaşan birisi var mı, görmek için. Verandada, kapının önünde yatan Kontes'i görmüş. Bizim eve bekçilik eden Kontes uyuklamaktaymış; ama Annemin örtüyü araladığını fark edince bir gözünü açıp, bakmış. Göz kırpıyor gibiymiş. Sanki “sen telaş etme. Rahatça uyu. Ben nöbetteyim” demek istercesine. Annem yukarı çıkıp, bu sefer rüzgârın sesini kendine tasa ederek değil, ninni ederek, içi rahat uykuya dalmış. Kontes’in  bekçiliğinde.
O yıl işlerin bir kısmını ertesi yaza bırakarak Ankara'ya döndük. İznim bitmişti, ilk kez kesintisiz kullandığım iznim tamamlanmıştı. Denize bir kez bile giremeden döndüm Ankara’ya. Ben ağır işçiydim o yıl ve ağır işçiliğin de hakkını vermiştim. Epeyce zayıflamıştım Ankara’ya geldiğimizde. Taş tozundan, inşaat pisliğinden ellerimde oluşan yaralar, Ankara’ya döndükten iki ay sonra iyileşebildi. Yine de ne zaman ellerime bir toz değse, hassaslaşırlar.
Çeşme'den uzak olduğumuz kış ayları boyunca,  ıssız bir alandaki bekçisiz sitede Kontes'in bizi kollayışını hatırlayıp andık.  Beş altı bayan, birkaç yaşlı erkek nüfustan ibaret sadece iki aile olarak yazın gözlerden ırak bir burunda, makilik ile çevrili sitemizde yaşarken Kontes'in bizi nasıl da beklediğini konuştuk ertesi yaza dek; Ankara’nın kestane kokulu uzun kış gecelerinde. Ertesi yaz izin döneminde, kalan işleri bitirmek, evi daha bir hale yola koymak üzere Çeşme’ye gittik. Babam da izin süresince bizimle olacaktı.
Kontes bizi görünce pek neşelendi. Akşamları yemek için bahçe duvarının dibinde bekliyor, kendisi için ayrılmış yemekleri iştahla yiyordu. Pişen her tavuğun kemikleri, balık kılçıkları, peynirin suyu, yoğurdun bir kısmı onundu. Onun için her gün ekmek alıyorduk yan sitenin bakkalından.
Ankara’da, Siteler’de yaptırdığımız rustikleri getirmiştik ve pencerelerin üzerine yerleştirdik. Halkaların ucundan salınan dantel perdeler, geçen yıl pencereye iğreti olarak iliştirilen eski örtülerin, pikelerin yerini alınca pencerelerin görüntüsü birdenbire değişivermişti.  Çeşit çeşit dantelden, perdeleri olan pencerelerimiz içerden de dışarıdan da çok şirin gözüküyordu. Dantellerin bir kısmı beyaz patiskanın ucuna dikilmişti.  Geçen yıl diktiğimiz ve Temmuz'u geçirirse tuttukları kesinleşecek olan fidelerimizin hepsi de Temmuz'u sağlıklı bir şekilde geçirmişler ve bu sene biraz daha büyümüşlerdi. Evin önü, yanı, arkası az da olsa yeşillenmişti.
O sabah arka tarafta kahvaltı masasını kuruyordum; arı ve sinek vızıltıları içinde. Ödüm kopuyordu peynire, zeytinlere, domateslerin salatalığın, üzümün, balın üzerine sinek ya da arı konacak diye. Kahvaltı hazırdı, çayları bardaklara doldurmuş, masaya getirmiştim; ama ortada kimse yoktu. Arka bahçeden ne kadar seslenirsem sesleneyim, ön tarafta bahçe sulayan Annem rüzgârdan sesimi duyamıyordu. Böylece sulamayı bırakıp, kahvaltıya gelmiyor ben de sinek konacak, arı gelecek korkusuyla masayı bırakıp gidemiyordum çağırmaya. Kontes beni izliyordu. Birden “Kontes, git, Annemleri çağır” dedim. Der demez de kendi kendime gülmeye başladım. Kontes, Annemleri çağıracaktı, öyle mi?
Kontes kalkıp, ön tarafa gitti. Öylesine uzaklaştığını düşündüm. Birkaç dakika geçti. Kontes gelmedi. Biraz daha bekledim. Kontes yine gelmedi. Beş dakika kadar olmuştu Kontes arka taraftan ayrılalı. Hala kimse yoktu. Çaylar iyice soğuyacak diye düşünürken Annem söylene söylene geldi. “Kontes, dur, bırak paçamı” diyordu.  Beni görünce de “Kontes’e bu sabah bir haller olmuş. Dosdoğru yanıma geldi, elimi tutmak ister gibi patilerini uzattı, çekiştirir gibi bir hali vardı.  Ben patisini tutmayınca ne yapacağını şaşırdı, bu sefer paçalarımdan çekiştirdi” deyince donakaldım. Şaşkınlığım geçer geçmez gülmeye başladım ve “o, sizi kahvaltıya çağırdığımı anlatmak istiyordu sana” dedim. Anneme, Kontes’ten kendilerini çağırmasını istediğimi söyleyince birlikte gülmeye başladık. Kontes çok zekiydi. Ondan ne istediğimi anlamıştı ve anlatmak için de yapabileceklerini fazlasıyla yapmıştı.
Güneş batırmak için üzerinde bulunduğumuz yarım adanın sınırlarını oluşturan, denize dik yarın kenarındaki oturmaya elverişli, sanki sinema koltuğu gibi yan yana yapıdaki kayalara gidiyorduk birkaç akşamdır. Artık bu tür güzellikler ile ilgilenir, ara sıra başımızı işimizden kaldırır olmuştuk bu yıl. Nefis bir manzara vardı tam karşımızda.  Güneş denizde, Sakız Adası'nın tepelerinin üzerinde batıyordu ortalığı kızıl tonlarına bürüyerek. Kızılın her katmanı, sarının yumurta içi gibi olanı, pembenin yedivereni, turuncunun katmerlisi gökyüzünde geziniyor, bulut oluyor, salkım saçak dökülüyordu karşı adanın tepelerinden gri denize.
O akşam,  Güneş’in batışını dik kayaların üzerindeki yardan aşağıya inerek izleyeceğimizi ve böylece iki yıldır ilk kez deniz kenarına da inmiş olacağımızı söylemiştik bizden önce yola çıkan babama. Babam, yan siteye uğrayacak bazı işler için oradaki usta ile görüşecekti gün batırmaya gelmeden önce. Biz de günbatımına az kala işleri bırakıp Güneş’in batışını izlerken oturduğumuz kayalara gittik Annem ile. Beyaz kayalara gelince babama bakındım gelmiş olmasını umarak. Gözükmüyordu. Yan sitenin yoluna göz attım, ancak etraf ardıç ağacıyla dolu olduğundan babamı kolayca görememem kuvvetle muhtemeldi.
Rüzgâr yine olanca kuvvetiyle esiyordu. Şapkalarımızı uçuruyor, yüzümüze kamçı gibi iniyordu. Geç kalmıştık aşağıya inmek için. İnmesine inerdik de çıkmak karanlığa kalacaktı. İrili ufaklı, basınca kayan taşla kaplı toprak yolda akşamüzeri uzunca bir tırmanış tehlikeli olabilirdi.
Kontes de bizimle gelmişti. Bizi getiriyor ve götürüyordu gün batımlarını seyretmek için akşam yürüyüşleri yaptığımızdan beri. Bir ara aşağıya baktım, deniz kenarına. Parkinson hastalığı teşhisi pek yakın bir zamanda konmuş babam, dik ve çıkışı zor mu zor yokuşu inmiş, koyda yürüyordu. Seslendim. Sesimi değil aşağıdaki babam, az ötemdeki Annem bile tam duyamamıştı rüzgârın her sesi susturan uğultusundan. Babam bize arkası dönük olarak yürüdüğü için beni görmüyor ama ben yine de sesleniyor, el kol hareketleri yaparak dikkat çekmek istiyordum. Gün indikten sonra hatırı sayılır diklikteki uzun yokuşu tırmanmasın istiyordum.
Kontes, beni izliyordu. Sanki beni anlamış gibi zıplıyor, ileriye doğru yekiniyor, havlıyor ve kuyruğunu sallıyordu. Hiç planlamadığım, birdenbire kendiliğinden oluşan bir şey yaptım. “Kontes,  hadi kızım, babama yukarda olduğumuzu söyle. Şimdi bize bakınıyor aşağıda. Çıkmak için iyice gecikecek yoksa” dedim. Dedikten sonra da, bir köpeğe ne rica ediyorum, nasıl anlasın da yardım etsin düşüncesiyle kendime gülecektim ki Kontes ok gibi fırladı. Koşarak bir çırpıda aşağı indi. Sahilde arkası bize dönük yürüyen babama yetişti. Eline sıçradı, önüne geçti, yürümesine engel oldu ve başını yukarıya kaldırıp sanki burnuyla bizi işaret edercesine havlamaya başladı. Babam anlamış olacak ki başını arkaya çevirdi. Bizi gördü. Her ne kadar aşağıdan bakınca yukarıdan denizi seyredenler oldukça küçük gözükseler de tanınabiliyorlardı aşina gözlerce.  Babama el salladık ve yukarıya çağırdık. Sesimiz ulaşamıyordu rüzgârdan ama hareketlerimiz görülebiliyordu.
Kontes, babamla birlikte deminki hareketliliğini terk etmiş halde yokuşu usul usul tırmandı, yukarı çıktı. Bizimle birlikte kayalardan koltuklara ilişip günbatımını izledi. Ağır ağır yürüyerek bizimle siteye döndü sonra da.
Geçen yaz asker olan kardeşim terhis olmuştu. O da birkaç güne kadar Çeşme’ye gelecekti. Sabah otobüsten indiği saatte onu karşıladık ve eve geldik.  Kahvaltıya oturmak üzereydik. Çay birazdan olacaktı. Demini almasını bekliyorduk. Kontes, yavaşça kardeşimin yanına geldi. Karşısında çöktü. Sağ ön patisini kardeşimin eline doğru uzattı. Kardeşim anlamaya çalışarak Kontes’e baktı. Annem ile göz göze geldik ve hayretler içinde kaldık. Bir yandan da gülüyorduk. Kontes, kardeşime “hoş geldin” diyordu, patisini tokalaşmak üzere uzatarak. Ne kadar çok şey öğrenmişti Kontes insanlardan. Hoş geldin demeyi, tokalaşmayı ne ara öğrenmişti?
Kontesin beklenilen yavruları, bekçinin evindeki kulübesinde doğdu. Dokuz, on yavrunun annesi idi artık Kontes. Henüz gözü açılmayan yavruları görmemiştik. Kontes şefkatli bir anne olarak artık sadece yemek vakti kapımıza geldiğinden biz onu görmezsek de aç kalırsa korkusuyla bahçe kapısının sokak bölümüne koyuyorduk yemeklerini.  Sessizce gelip, yemeğini yiyor ve yavrularının yanına dönüyordu.
O gün yan sitenin bekçisi, ısmarladığımız balıkları getirmişti bize. Yavruları olan Kontes’i düşünerek fazladan iki tane balık sipariş vermiştik. Henüz köpeklerin balıklardan çok hoşlanmadığını bilmiyorduk. İri balıklardan ikisini Kontes ve yavruları için ayırdık. Kontes geldiğinde balıkları önüne koyduk. Hiç dokunmadan balıklara baktı, sonra dönüp bize baktı, biraz uzaklaştı. Döndü geldi, bir balıklara, bir bize baktı. Balıkları dişlerinin arasına aldı aldı yere attı. Yaptıklarına hiçbir anlam veremiyorduk. Balıkları bırakıp uzaklaştı. Gezmeye gitti sandık. Anlaşılan biraz dolaşıp, yeniden bizim kapıya geldi.  Apaçıktı ki balıkları yemeye istekli görünmüyordu. Bir kez daha balıkları bırakıp gitti. Başka yemek bulamamış olacak ki geri döndü, balıkları aldı, yavrularını beslemek için uzaklaştı. Komşu site bekçisinden köpeklerin balıklardan pek hoşlanmadığını öğrendikten sonra bir daha Kontes’e balık vermedik.
Sitedeki evler tam anlamıyla bitmediği için sitede her an tadilat, onarım işleri sürüyordu. Bu işleri, arkası kesilerek yük taşımak için uygun hale getirilmiş, motoru kendince hırıltılı bir ses çıkaran kırmızı Anadol kamyonetin sahibi olan usta yapıyordu. Kontes, ustayı ilk gördüğünde site sakini olmadığını anladığı için biraz havlamış, asabi bir yapısı olan usta da Kontes'e hayli sinirlenmişti. Bekçiden öğrendiğimize göre Kontes, yavrularını beslemek için bırakılan yemekleri yemek üzere yuvasından ayrıldığı sırada Kontes’e kızgın olan bu usta, tüm yavruları kamyonetin arkasına doldurmuş ve yuvasına dönmekte olan Kontes'in gözü önünde yavruları başka bir yere taşımış. Kontes, kamyonetin arkasından gücü tükeninceye kadar koşmuş; ama kamyonet arayı açarak gözden kaybolmuş.
Biz, bu olanları görememiş ve müdahale edememiştik. Çünkü o gün gerçekleşen Güneş tutulmasını seyretmek için hepimiz denize inen dik yokuşun civarında, burnun sarp kayalıklı ve çalılı uç kısmındaydık. İsli camlar, renkli şişe kırıkları, özel gözlükler ile Güneş tutulmasını ilk kez açık alanda, ortalığın kararmasına tanık olarak izleyecektik. İzledik de.
Kontes, yavruları götürüldükten sonra kedere büründü. Gözleri mahzun mahzun bakıyordu. Her yeri kokluyor, günde kaç kez kamyonetin gittiği yoldan geçerek yavrularına ai                        
                    
 

                                        
								                                								                            
								                                								                            
								                                								                            
								                                								                            
								                                								                            
								                                								                            




						                                						                            
						                                						                            
						                                						                            
						                                						                            
						                                						                            
						                                						                            
0 Yorum