Telefon
WhatsApp
ADAŞIM YAZMIŞ, İLK SAYISI OLABİLİR...

*- AZ DAHA DELİRİYORDUM

Birçoğumuzun başına da gelmiştir, tanık da olmuştur, bir yakınından duymuştur da…

Konu sağlık olunca, hep dikkat kesilirim…

Şimdi bir de çok önemli eserleri (kitapları) olan Yaşar Aksoy’u dinleyelim:

“Önce ‘Tomografi Çekimi’ nedir, nasıl yapılır, onu anlatalım;

Doktorum, benden yine ‘Tüm Batın MR (İlaçlı)’ ve ‘Toraks BT (İlaçsız)’ çekimleri yaptırmamı istedi.

Bu çekimler için hastanede uzay mekiği gibi kapalı ve karanlık bir tüpün içine sizi yerleştiriyorlar.

Bu tüpün içinde doktorun isteğine göre 45 dakikadan 1.5 saate kadar kalıyorsunuz, verilen komutlara göre 1 dakika aralıklarla ‘Nefenizi tutun..’ ardından ‘Nefesinizi bırakın..’ komutları altında, takur tukur çekim gürültüleri içinde çekimler yapılıyor.

İlaçlı çekime sıra gelince, bir kolunuzda damar yolu açılıyor ve kanala bir özel ilaçlı sıvı veriliyor.

Bu sıvı damardan tüm vücudunuza yayılıyor ve renkli çekim gerçekleşiyor.

Nerede tümör var, nerede tıkanıklık var, nerede bela var, gözler önüne seriliyor.

Çekilen tüm filmler derhal hocaların izlemesine sunuluyor.

Çekim bitmek bilmiyor…

Sonsuza kadar uzayacak gibi bir panik içine itiliyorsunuz.

İradeniz sağlam ise devam ediliyor, yok eğer panik fazlalaşırsa sağ avucunuzun içine yerleştirilmiş kordonlu bir minik alarm topunu sıkıyorsunuz, o zaman çekim duruyor ve hemşireler başınıza üşüşüyor.

Büyük bir işkence yani…

 

*- YANILTABİLİYOR

Ama mutlaka yapılması gereken bir çekim bu.

Gövdenizin içi tüm ayrıntıları ile görülmek isteniyorsa, başka çözüm yok.

Bazı hastalar önceden uyku ilacı veya sakinleştirici içip, buna dayanıyorlar.

Hatta bazı hastanelerde hastaya, damar yolundan sakinleştirici veriliyor. Ancak alınan bu sıvı ilaçlar veya haplar çekimi az da olsa saptırdığı için, benim doktorum buna izin vermemekte.

Başka çare yok.

 

*-YAŞAR ABİ BENİ TANIDIN MI?

Tam 1 Ekim Çarşamba günüydü…

 İstanbul Florance Nightingale Hastanesi’nin Tomoğrafi Çekim Ünitesi bekleme salonunda sıramı bekliyorum.

Yanımda şoförüm Ecevit var.

1975’lerde Bülent Ecevit’in arabası Artvin’de seçim gezisinde köy yolunda bir çocuğa çarpıyor.

Bülent Bey, arabadan inip hemen çocuğun yardımına koşuyor. Çocuk bir iki çizik dışında yara almamış.

Ancak ailesi çocuğun Tuncer olan ismini değiştirtip Ecevit yapıyorlar.

Bu Ecevit şimdi İstanbul’da benim şoförüm, hatta hastabakıcım ve can yoldaşım.

Ecevit, sağımda tam yanında oturmakta…

O esnada solumda boş olan sandalyeye çok yakışıklı, güler yüzlü, muzip bakışlı, beyaz saçlı ve keçisakallı genç bir beyefendi oturuyor ve bana dönüp şöyle demez mi?

- Yaşar abi, beni tanıdın mı?

Üstelik yüzümde siyah maske var…

Genç adama dönüp dikkatlice bakıyorum. O beni tanımış, ama ben onu hiç tanımıyorum…

- Abi, şöyle 30-35 yıl öncesine git… Beni nasıl tanımazsın?

- Vallahi çıkaramıyorum… Alsancak’tan mı?.. Gazeteden mi?...Nereden?

- Çıkarırsın abi çıkarırsın?.. İyi bak bana?

Genç adam (50 yaşlarında filan) bana bir şey hatırlatır gibi ama bir türlü çıkaramıyorum.

Bu renk vermeyen ama muzip olduğu her halinden belli olan adam, aslında yüz hatları, bembeyaz saçları ve sivri sakalı, hatta sivri burnu ve romantik bakışlı aroması ile Fransız şövalye filmlerindeki genç silahşörlere benziyor gibi, mesela Üç Silahşörler’deki Dartanyan’a veya Pardayyanlar’ın en genç olanına…

Genç adama dikkatle bakıyorum, ama hiçbir işaret yok belleğimde…

Aniden ismini söylemeden toparlanan genç adam, ‘Abi, beni tanırsın, iyi tanırsın, hadi eyvallah…’ deyip, salondan çıkıp hızla koridora doğru yürüdü gitti, kayboldu…

İşaretim üzerine Ecevit adamın arasından fırladı, ama geri döndüğünde beni ürpertti:

- Adam koridorda kayboldu… Hayal mi gördük acaba?..

Allaaaaahhhh dedim içimden, şimdi hapı yuttun Yaşar.. Tomografi cihazına girmeye beş on dakikan kaldı, o cehennemin içinde bu bilinmezlik seni mahvedecek.

Çünkü kendimi iyi tanırım…

 

*- BEN TAKINTILI BİRİYİM..

Tarih, kültür, sanat üzerine 50 adet kitap yazmış olmamın, her kitabımla ödüller kazanmış oluşum, kitaplarımda tek hata, tek eksik, tek imla yanlışı olmamasının sebebi, yine 50 yıllık gazetecilik hayatımda hiç bir tekzip almamış olmamın sebebi, aşırı titiz ve takıntılı, her şeyi ince ince değerlendirmiş olmam yüzündendir.

‘...Amaaan boşver, bu da olmasın!..’ diyemedim hiç..

Bu aşırı takıntılı olmam belki bir gizli hastalıktı…

Örneğin durakta otobüsü kaçırdığım zaman, taksi tutar üç durak ötesine gider, orada bekler, kaçırdığım otobüse mutlaka binerim…

Birine borcum varsa, geceleri uykum kaçar, sabah gider borcu öderim…

Birinin kalbini haksız yere kırdım ise, ertesi günü gider gönlünü alırım…

Tam tersine biri bana kötülük yapmış ise, ömür boyu unutmam, kafamdan silemem…

Genç adam, bana ‘Yaşar abi, beni tanıdın mı?’ dedi ya… Ben de tanıyamadım ya…’ gitti artık benden normal davranış…

Kafam o genç adama takılı kalır, uykularım kaçacak artık…

 

*-TOMOGRAFİ ODASINA GİRİYORUM…

Unutmadan, hastane yönetimi bana E. isimli bir rehber hemşire tayin etmişti.

Benim tüm tedavimin ayrıntılarını biliyor ve bana hastane koridorlarında rehberlik ediyordu.

İsmim anons edelince, E. hanım ve Ecevit beni, kapısında ‘Yüksek radyasyon tehlikesi var...’ yazılı bir bölümün girişine bıraktılar.

Bir soyunma kabininde sadece üstümde atlet ve eşofman altı kaldı, kendimi tomografi hemşirelerine teslim ettim.

Ama aklımda şu cümle hep yankılanıyordu, ‘Yaşar abi, beni tanıdın mı?..’ Ve genç bir adamın muzip bakışlı, güleç yüzü hiç gözümün önünden gitmiyordu..

Tanımadım yahu…

Delirecem işte…

Tomografi silindirine soktular beni. Ortalık karardı…

Aletin üst bölümü gövdemin üzerinde gidip gelmeye başladı…

Anonslar başladı…

Aynı cümle beynimde yankılanmakta:

‘Yaşar abi, beni tanıdın mı?..’

 

*- PANİK BELİRTİLERİ BAŞLADI..

Tomografi cihazı içindeyim. Dakikalar geçiyor..

Ben de panik belirtileri başladı..

Panikten kurtulmak için, Çeşmeli Belediye Temizlik İşçisi Dündar’ın kızı elimizde büyüyen minik Emine’nin sevimli yüzünü hatırlıyorum, ilkokula başlamıştı, acaba okulu sevdi mi?...

Bu gün Bilecik’te askerliği bitecek olan ortanca torunum Kaan’ın asker üniforması içinde son tören yürüyüşünde onu hayal ediyorum…

Ne kadar başka şeyler hayal etsem, tümüyle başka şeylere odaklanamıyorum. Kafamda aynı soru yankılanıyor:

‘Yaşar abi, beni tanıdın mı?...’

Yahu, bunları sordun durdun, iyi güzel, sonra neden ismini söylemeden, kendini tanıtmadan çektin gittin?..

Giysilerin beyaz idi, acaba çok eskiden beni tanıyan, ama şimdi bu hastanenin bir doktoru muydun?

Tam da, Tomografi bölümünün önünde bu yapılır mı?...

Hem de benim gibi takıntılı birine?

 

*- ANİDEN BİR HAYAL BELİRDİ

Dakikalar geçiyor…

Galiba işkencenin yarısını tamamlıyoruz gibi…

O süre içinde bir şey yaptım. Belleğimi tahrik ettim... Genç adamın orta yaşlı yüzünü tıraşlayıp, portresini gençleştirmeye başladım..

Sakal ve bıyıklarını kestim, ince uzun, sanki Karadenizli gibi yüzünü 30 yıl öncesindeki körpe haline getirmeye başladım.

Hatta bu beyinsel çalışmama renk bile verdim, adamın eski yüzünü pembe bir renge bürüdüm…

Aniden sanki beni geçmişe götürecek bir yüz, hayalimde belirdi.

Geldi kapalı gözlerimin önüne yerleşti.

Hiç ayrılmadı…

Artık aletin anonslarına tam uyuyor ve nefesinizi tutun dediğinde, içimden 35’e kadar sayıp nefesimi salıveriyordum..

Çok genç, 17 yaşlarında, ince uzun yüzlü, ama sanki şehirli değil gibi, Anadolulu bir güzel körpe delikanlı yüzü…

 

*- KİM OLABİLİR BU GENÇ KİŞİ?

Tomografi odasında külçe gibi çıktım.

Sucuk gibi terlemişim. Yürümekte zorlanıyorum. Ama baston elimde…

‘Yaşar abi, beni tanıdın mı?’

Evet tanımadım ama, senin 17 yaşındaki hayalini beynime kilitledim. Oradan ilerleyeceğim.

Eve geldim, hep o hayali düşünüyorum.

Çevremdekiler, kızım, damadım, askerden dönüp beni kucaklayan torunum, diğer büyük torunum, küçük torunum hepsi ‘Boş ver dede, düşünme bu işi, başka işin mi yok!..’ diyorlar.

Ama aklımdan çıkmıyor.

Sonra..

Belleğim artık yeni bir evreye geçiyor…

30 yıl öncesinden 17 yaşındaki gerçek mi, değil mi, bilemediğim hayali portreyi nerede tanımış olabileceğimi arıyorum, hatıraları tarıyorum.

Karşıyaka’dan olamaz.

Mahallemizde, çarşıda böyle bir portre yok.

Alsancak hayatımda hiç yok…

Bu 17 yaşındaki genç, şehirli burjuva sosyetik bir portre değil, kesin halk işi bir sima…

Kasaba hatta köy kökenli olabilir.

Aniden gazetede ‘ofis boy’ olarak, getir götür işlerinde çalışan genç bir stajyer olabileceği beynimde yankılanıverdi.

Gece başladı…

Delireceğim galiba…

Bu ofis boy kim olabilir?

Bir türlü o noktadan ilerleyemiyorum..

Hiç adetim olmadığı halde yataktan kalkıp, bir adet C. alıp yattım…

Uyumak ne mümkün?

 

*- HAYALİ PORTRE KİMLİK KAZANIYOR

Sabaha karşı…

Hayalimdeki ofis boyu enine boyuna düşünüyorum.

Gazetenin santralının dibindeki teleksin görevlisi 17 yaşındaki Özgür Coşkun (şimdinin tanınmış gazetecisi) yaşında biri olmalı idi…

Ama ‘olamaz!’ diyorum.

Ofis boydan daha bana yakın biri olmalı noktasına geliyorum.

Evet… Evet...

İşe yeni girmiş bir sayfa sekreteri olabilir.

Çok genç… Birlikte çalıştığımız, benim sayfalarımı yapan teknik sekreter, bana yakın biri…

Sakin, ağırbaşlı, temkinli ama muzip.

İnce şakalar, espriler yapmaya meraklı biri..

Bu yeni portre ağırlık kazanıyor belleğimde…

Ama isim yok…

Belki bu kadar her şeyi beynim uyduruyor.

Sabah ilk aradığım gazetemizin eski grafik müdürü Haluk Dündar… Olayı kısaca anlatıyorum.

Bana şöyle diyor.

- Abi o adam, doktor olabilir. Öyle ise bizim eski montaj bölümünden Datçalı dediğimiz, esmer Metin İlhan’ın oğludur.

Gençliğinde bizim gazetenin içinde dolaşırdı, seni ordan hatırlamış olabilir…

Doktor oldu, şimdi İstanbul’da…

Senin Florance Nigthingle Hastanesinde olabilir.

Böylece bu ipucuna yoğunlaşıyorum.

Bizim F.N. hastanenin internet sitesine girip soy ismi ‘İlhan’ olan doktor birini arıyorum.

Yok öyle biri..

Tekrar Haluk Dündar’ı arıyorum…

Bodrum Hastanesi’nde olabilirmiş. Bodrum Hastanesi’ndeki Doktor İlhan, kilolu, esmer biri çıkıyor.

Aradığım bu değil.

 

*- ADIM ADIM İLERLİYORUM..

Gazetemizin eski yazı işleri müdürleri ve sayfa sekreterlerini arayacağım. Burhanettin Kamay, halen Yeni Asır’da görev başında olan Hakan kardeşim, Hürol Dağdelen, Halil Vural, Nejat Müjdat Nartaş, Enver Kaya, şimdiki Nefes gazetesi yayın müdürü Neşet Şenizel sırada bekliyor. Hatta Yılmaz Özdil’e bile sorabilirim.

Teker teker sormaya başladım.

Bu yapıda, ‘30 yıl (hatta 40 yıl) önceden genç bir yeni sayfa sekreteri kim olabilir?’ diye…

Bazı dostlar hafiye gibi benim adıma düşünmeye başladılar.

Özellikle Adnan Erbesler tam bir James Bond gibi konuya eğildi, ama nafile…

Öğle saatleri…

İçimde bir ses, iyi yolda olduğumu söylüyor…

İsimler dökülmeye başladı;

Savaş Hasırcı olabilir… Olamaz… Savaş, sapsarı biri idi.

Kaan olabilirmiş… Olamaz… Evli bir kadına asıldığı için, kocası tarafından Konak alt geçitte öldürüldü...

Kıvanç Yağcıoğlu olabilirmiş… Olamaz… Kıvanç kısa boylu…

 

*- HALİL VURAL KAPIYI ARALIYOR

Sonunda Yeni Asır’ın efsane sayfa sekreterlerinden Halil Vural (Halil’im) bana telefonda tüm sayfa sekreterlerimizi saymaya başladı…

Rahmetli Cafer Yarkent, rahmetli Nejat Bekmen, Ufuk, Ümit Satıç, Neşet Şenizel ve daha bir çok kişi akıp geliyor Halil’in ağzından…

Kalabalık içinde bir yerde ‘Üzeyir’ diye birinden söz etti.

‘Duuuurrrr…’ dedim. Tekrarla…

‘Üzeyir’in ismi bir anda kafamda şimşek gibi çaktı.

İsim ile hayalimdeki portre gümm diye çakıştı.

Sonra tomografi kapısındaki adamın yüzü ile 17 yaşındaki stajyer sayfa sekreterimiz Üzeyir Çetinkaya’nın hayali, üst üste tam buluştu.

Evet..

Bulmuştum…

Hastanedeki adam ‘Üzeyir Çetinkaya!’ idi…

- Ulen tam Tomografi kapısında bana bu numara yapılır mı?..

‘Bulacağım seni!’ dedim, buldum işte…

Halil Vural’dan Yeni Asır’dan sonra Habertürk gazetesine giden, bizim Magazin servisindeki kızımız ‘Yaprak hanımefendi’ ile evlenen, sonra Bodrum’da iş insanı olan Üzeyir’in telefonunu aldım.

 

*- ÜZEYİR’İ ARIYORUM..

Ama Üzeyir, sonra telefon numarasını değiştirmiş.

Nasıl bulacağım ki?..

Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü’nü aradım. Kendimi tanıttım.

Devlet büyüğümüzün bir ay önce tedavi edilmekte olduğum evime gönderdiği çiçeği getiren polis memuru ile konuşmak istediğimi bildirdim.

Bağladılar…

‘Oğlum!’ dedim… ‘Şu kısa ömründe eski numarası bu olan kişinin yeni numarasını istiyorum’, dedim.

15 dakika sonra numara elimdeydi.

İlişikte şimdiki resmini bulup yayınladığım Üzeyir’i aradım…

- Ben, Yaşar abin Üzeyir.., N’aber?

- Vay Yaşar abim, biz seni çok severiz

- Deliriyordum oğlum. Gittim geldim…

- Sana bir şey olmaz abim…

- Hastanede ne işin vardı yahu?

- Kayınvalide Bodrum’da hastalandı. Senin hastaneye taşıdık abi.

- Gençliğinde de muziptin. Sessiz, sakin bir oyuncu… Yine öylesin…

- Valla değil abi.. Beni yanlış tanımışsın..

- Çok iyi tanıdım evladım, hiç yanılmadım…

 

*- BAKIRÖY’E, BU HİKAYE İLETİLECEK

Böylece delirmekten kurtuldum.

Bizim eski Y.A. gazetesinde gazetenin avukatlarından birinin kızı, yanılmıyorsam Dr. Defne Tamar, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde doktordu.

Gidip ziyaret edeceğim… Bu yazımı sunacağım ona…

Şunları soracağım;

1- Beyin nasıl bir organdır… 30 yıl öncesinden tanıdığını sandığı bir simayı, ismini unutsa bile, zihnin derinliklerinde araya sora nasıl bulabilir?

2- Bu takıntılı halimle ben hasta mıyım?.. Nasıl tedavi olmalıyım?..

3- Bana hastane ortamında ismini söylemeden kaybolan bu çok sevdiğim Üzeyir kardeşim gerçekte normal midir?...

 

*- YAŞAR EYİCE’NİN ÖNERİLERİ…

Sevgili okuyucularım; benim de bu yazı ile düşüncelerim var.

Birincisi; en azından 30 tane kitabı olan Gazeteci- Yazar adaşım Yaşar Aksoy, Dr. Defne’ye okutacağı bu yazısı ile ‘Hikaye yarışmasına’ katılıp, derece alabilir.

Ben bile sizinle birlikte heyecanla okudum.

İkincisi, ‘Heyecan’ yerini ‘meraka’ bıraktı. Yani ‘Polisiye kısa romana’ döndü…

‘Dedektif Yaşar!’ diye seri el kitapları yazmaya başlar ve ilk adımı bu anlattığıyla atmış olur.

Bakalım gelecek neler gösterecek?

Hep belediye başkanları ve yönetici durumundakilere önerilerde bulunacak değilim ya, böyle arada adaşlarıma da oluyor…

Bildiğim ve anımsadığım kadarıyla Sevgili Üzeyir, sevgili eşi Yaprak’ın memleketi Bodrum’a yerleşmiş ve orada karı-koca gazeteciler yerel gazete çıkarıp, matbaa da kurmuşlardı.

Birlikte çalıştığım Yaprak’a da kalabalık arasında ‘Sen bir tanesin!’ derdim, olayları kavrayıp, düzgün Türkçesi ile ele almasından dolayı…

Bodrum’a yerleşen İstanbullu Ayfer’in benim için söylediği özel lakabı unuttuğum gibi, sevgili ve değerli Yaprak’ın da bana hep hatırlattığı, onun için söylediğim bir başarı cümlesini de bir türlü anımsayamıyorum, Yaşar Aksoy gibi kafama taktım ama ‘dedektif’ yanım olmadığı için bulamadım, işte…

*-

Anasayfa Reklam Alanı 1 728x90

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

Anket

Sidebar Alt Kısım İkili Reklam Alanından İlki 150x150
Sidebar Alt Kısım İkili Reklam Alanından İlki 150x150

E-Bülten Aboneliği